217. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Nitekim âriflerin ba'zısı acıktı, ağladı. Bu fende zevki olmayan bir kimse ona muâtib olarak bunun hakkında söyledi. Böyle olunca ârif dedi ki: "Ancak beni ağlamam için acıktırdı. Gûyâ der ki, benden onun ref’i hakkında, O'ndan suâl etmem için, beni durra mübtelâ eyledi. Ve bu, benim sâbir olmama kadh vermez (17).

Ya'nî ibtilâdan (belaya tutulmuş olmaktan) garaz (maksad) ne olduğunu ve kendisinden belânın ref’ine (kaldırılmasına) sa'y (çalışmak, gayret) etmek kimin hakkında sa'y etmek idiğini (çalışmak, geyret etmek olduğunu) bilen âriflerden (bilginlerden) ba'zılarının karnı acıktı ve bu açlığın verdiği elemden (üzüntüden, sıkıntıdan) dolayı ağladı. Ve fass-ı münîfde (kıymetli eserde) beyân buyrulan (anlatılan) ma'rifette (bilgilerde) zevk sâhibi olmayan bir kimse o ârife itâb edip (azarlayıp): "Niçin Hakk'ın ibtilâsına (belasına) karşı sabr etmiyorsun?" dedi. O ârif dahî ona cevâben: Hak Teâlâ beni ağlamam için acıktırdı. Hak Teâlâ hazretleri gûyâ bana der ki: "Ben seni açlık elemine (üzüntüsüne, acısına) onun için mübtelâ ettim (düşürdüm) ki, o elemin (acının) ref’i (kaldırılması) hakkında benden suâl edesin (bana dua edesin). Ve sen benim abdimsin (kulumsun); iftikâr (fakirlik, yoksulluk) ve acz, (acizlik) senin muktezâ-yı zâtındır (zatının gereklerindendir). Bana arz-ı ihtiyâc eyle (ihtiyacını bildir) ki, ubûdiyyetin (kulluğun) sâbit olsun (anlaşılsın, kanıtlansın)". Binâenaleyh (bundan dolayı) benim O'ndan dilenmem, sâbir (sabreden, sabırlı) olmama kadh (zarar) vermez, dedi.

İmdi biz bildik ki, muhakkak sabır, nefsi Allâh’ın gayrısına şekvâdan habs etmektir. Ve "gayr" ile murâdım, vücûhullahdan bir vech-i hâstır; ve muhakkak Hak Teâlâ vücûhullahdan bir vech-i bâssı ta'yin eyledi; ve o dahi "vech-i hüviyyet"le müsemmâdır. Binâenaleyh o, ref’-i durr hakkında "esbâb" tesmiye olunan vücûh-ı âhardan değil, bu vecihden duâ eder; ve halbuki o, kendi nefsinde emrin tafsîli haysiyyetinden onun gayrı değildir. İmdi ârifin, kendinden zararın ref’i hakkında hüviyyet-i Hak'tan suâl etmesi, esbâbın kâffesi haysiyyet-i hâssadan onun aynı olmakdan onu mahcûb etmez (18).

Ya'nî bir kimse başına gelen bir belâdan Allâh'a şikâyetle def’i (kaldırılması) için duâ ederse, onun bu şikâyeti sabrına zarar vermez. Fakat Allah'dan gayrısına (başkasına) şikâyet ederse, o kimseye sâbir (sabreden, sabırlı) denmez.

Suâl: Cemî'-i mevcûdât (açığa çıkmış varlıkların hepsi) Hakk'ın sûret-i zâhiresidir (dışta açığa çıkmış suretleridir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûdda (varlıkta) Hakk'ın gayrı (Hakk’tan başka) bir şey yoktur ki, ona şikâyet olunsun. Şu halde Allâh'ın gayrısına (Allah’tan başkasına) şikâyet nasıl mutasavver olur (düşünülür)?

Cevap: Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu suâle (soruya) cevâben buyururlar ki: Ben "Allâh'ın gayrı" (Allah’tan başka) demekle vücûh-ı İlâhiyyeden (İlahi vecihlerden, ilahi esmadan) bir vech-i hâssı (has vechi, özel esmayı) murâd ederim. Ve bu ta'bîr (deyiş) ile murâd, ister cüz'î  (kısım, parça) ister küllî (tüm, bütün) olsun, taayyünât ile (belirmekle, açığa çıkmakla) müttekayyid (kayıtlanmış) olan hüviyyet-i müteayyinedir (beliren, açığa çıkan hakikattir) ; yoksa hüviyyet-i mutlaka (kayıtsız, mutlak  zat) değildir."

Ve Hak Teâlâ hazretleri, abd (kul) duâ etmek için vücûh-ı İlâhiyyesinden (İlahi vecihlerinden, İlahi esmasından) bir vech-i hâssı (has vechi, özel esmayı) ta'yîn (belirtti) ve tahsîs eyledi; (mahsus kıldı, ayırdı) ve o vech-i hâssa (özel isme) dahi "vech-i hüviyyet" tesmiye olunur (denir) ki, vücûh-i İlâhiyyenin İlahi vecihlerin,İlahi esmanın) hepsini câmi' olan (toplayan) "hüviyyet-i mutlaka"nın (mutlak hakikatin, Allah’ın) vechidir; (yüzüdür) ve o vech (yüz) "Allah" ismidir. Binâe­naleyh (bundan dolayı) abd (kul), zararın ref’i (kaldırılması) hakkında Hakk'a duâ edeceği vakit "Yâ Allah!" deyip, o vech-i hâssa (hususi, özel yüze, özel esmaya) teveccüh eder (yönelir); yoksa gayrullah (Allah’tan başka) denilen vücûh-ı hâssa-i İlâhiyyeden (İlahi olan özel vecihlerden,esmadan) birisine teveccüh etmez (yönelmez); ya'nî "esbâb" (sebepler) tesmiye olunan (denilen) diğer vecihler (yüzler, esma) ile suâl (talepte bulunmaz) ve duâ etmez. Ve halbuki vücûh-ı âhar (başka sebepler) denilen esbâb (sebepler), o vech-i hâssın (has, özel vechin, ismin) hüviyyetinden (hakikatinden) gayrı (başka) değildir. Zîrâ (çünkü) esbâb (sebepler) kendi nefsinde emr-i hüviyyetin (hakikat hususunun) tafsîlidir (açılmışı, detayıdır). Ya'nî hüviyyet-i mutlakanın (mutlak zatın, Allah’ın) vechi (yüzü) olan "Allah" ismi, cemî'-i vücûhun (bütün vecihlerin,isimlerin) , ya'nî kâffe-i esmânın (bütün isimlerin) aynıdır ve bu vech-i hâssın (özel vechin, esmanın) cemî'-i vücûhda (bütün vecihlerde,esmalarda) tafsîli, (açılmışı, teferruatı) ya'nî "Allah" isminin bi'l-cümle esmâ (bütün esmanın hepsi) ile tafsîli, (açılımı, detayı) kendi nefsinde tafsîlidir (açılmışıdır). Ne kadar esmâ varsa hepsi Allah isminin tahtında (altında) mündemicdir (bulunmaktadır). Bu ismi, Rezzâk; Raûf, Atûf, Mu'tî, Vehhâb ilh... isimleriyle tafsîl eder (açar) isen, Allah isminin kendi nefsinde tafsîli (açılması, açılımı) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allâh'ın gayrısına (Allah’tan başkasına) şikâyetten nefsi habs etmek (tutmak), vücûh-ı İlâhiyyeden (İlahi vecihlerden, esmadan) bir vech-i hâs (has vecih, has esma) olan hüviyyet-i mutlakanın (mutlak hakikatin, Allah’ın) vechine (tarafına) meyl etmek (yönelmek) demek olur. Ya'nî "Allah" ism-i      câmi'ine (bütün isimleri kendinde toplayan Allah ismine) meyl etmek (yönelmek) olur.

İşte bu îzâhâttan (anlatılanlardan) ma'lûm (bilinir, belli) olur ki, ârif (bilirkişi), kendi nefsinden zararın ref’i (kalkması, hükümsüz bırakılması) hakkında hüviyyet-i Hak'tan (Hakk’ın zatından) sual (istediği, dua) ettiği vakit, vücûh-ı âhar (başka vecihler, diğer esma) tesmiye olunan (denilen) esbâbın (sebeplerin) kâffesi (bütün hepsi) Hakk'ın aynı olduğunu bilir. Ve cemî'-i vücûhda (bütün vecihlerde), o vech-i hâssı, (has, asıl yüzü) ya'nî vech-i hüviyyeti (hakiki yüzü, Hakkı) müşâhede eder; (görür) ve vücûh-ı sâireyi (diğer vecihleri) görmekle vech-i hüviyyetten (zatın vechinden (Allahtan) hicâba düşmez. (perdelenmez) Zîrâ (çünkü) ârifin (bilenin) nazarında (görüşünde, düşüncesinde) gayriyyet (gayrılık, ayrılık) yoktur. Fakat ârif olmayan (Allah’tan perdeli olan) kimsenin nazarında (düşüncesinde) gayriyyet (gayrılık, ayrılık) mevcûddur. Meselâ kerîm (cömert) olan bir şahs-ı ganî (zengin biri), bir fakîre ihsân (iyilik) etse, ârif o şahsı esmâ-i İlâhiyyeden (İlahi esmadan) bir ismin sûret-i müteayyinesi (açığa çıkmış sureti) ve vücûh-ı İlâhiyyeden (İlahi yüzlerden, esmadan) bir vech (yüz, esma) bildiği ve o isim, ism-i câmi'in (bütün isimleri toplayanın) taht-ı hîtasında (ihatası, kuşatması altında) bulunduğu için, onu Hakk'ın aynı görür; ve o ihsânı (iyiliği) Hak'tan bilir. Velâkin (fakat) gayr-ı ârif (cahil biri),  bu ma'rifetten (bilgiden) mahcûb (perdeli) olduğu cihetle (bakımından), o şahsı (kişiyi) Hakk'ın gayrı (Hakk’tan ayrı, başka) ve o ihsânı (iyiliği) o şahıstan bilir. Ve'l-hâsıl (sözün kısası) ârif, (bilen) tafsîl (detaydan) ve icmâlden (özden) hicâba düşmez (perdelenmez).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.05.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail