206. Bölüm


 

BU FASS KELİME-İ HİKMET-İ NEFESİYYE “BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

İmdi mü'minîn (mümin olanların), âlem-i berzahta (ahirette) terakkıyyât-ı dâime (devamlı şekilde terakki, yükseliş, ilerleyiş) içinde bulundukları için, Hz. Şeyh (r.a.) onların tafsîl-i ahvâlinden (durumlarından detaylı bir şekilde) bahis buyurmayıp (bahs etmeyip) münkirînin (inkâr edenlerin) avâkıb-i ahvâlini (durumlarının sonunu) beyânen (anlatarak) derler ki:

Ve ehl-i nâra gelince, onların meâli nâîmedir; velâkin nâr içindedir. Zîrâ müddet-i ıkâbın intihâsından sonra, sevret-i nâr için, onun içinde olan kimseler üzerine, berd ü selâm olmak lâbüddür ve bu naîmdir. İmdi, istîfâ-yı hûkûktan sonra ehl-i nârın naîmi, nâra ilkâ olunduğu hînde, Halîlullah'ın naîmidir. Zîrâ İbrâhîm (a.s.) onun rü'yeti ile ve onun ilminde, muhakkak hayvandan ona mücâvir olan kimseyi te'lîm eden bir sûret olduğu müteavved ve mütekarrer olmakla mütezzeb oldu. Halbuki kendi hakkında onda ve ondan Allah'ın murâdını bilmedi. Ve bu âlâmın vücûdundan sonra kendi hakkında sûret-i levniyye-yi nâriyyenin şuhûdiyle berâber, berd ü selâm buldu. O ise, nâsıh gözlerinde nâr idi (7).

Fass-ı Hûdî'nin (Hudi bölümünün) nihâyetinde (sonunda) dahî beyân olunduğu (anlatıldığı) üzere, dâr-ı âhiret­te (ahiret yurdunda) ehl-i nârın (cehennemliklerin) meâli (manası, anlamı) naîme (rahata) ve rahmete müntehî olur (sonunda ulaşır). Fakat, onların ni'meti, yine nâr (ateş) içindedir. Zîrâ (çünkü) onlar Cehennem denilen dâr (yurt) içinde hulûd üzeredirler (daimi, devamlı kalıcıdırlar); edebiyyen (hiçbir zaman) oradan çıkamazlar. Ve ıkâb (azap) müddetinin inkızâsından (bitmesinden, sona ermesinden) sonra elbette ateşin sevreti (kızgınlığı) ve harâreti gidip içinde bulunan kimseler üzerine, o ateş soğuk ve selâmet (neticesi kurtuluş) olur. Çünkü ateş cânib-i Hak'tan (Hakk tarafından) ihrâka (yakmaya) me'mûrdur (emrolunmuştur) ve emrolunduğu şeye aslâ muhâlefet (karşı çıkma) şânından (tabiatında) olmayan bir abd-i mutî'dir (itaatli kuldur). Ve kulların dünyâda işledikleri maâsî (günahlar) mütenâhîdir (sonludur, nihayet bulur). Ve ateş ise, onları, mütenâhî olan (son bulan) ma'siyetleri (günahları) kadar ta'zîbe (eziyet etmeye) me'mûrdur (vazifelidir). Müddet-i azâb (azabın müddeti) münkazıyye olunca (bitince), ateşin sıfat-ı zâtiyyesi (zati sıfatı) olan harâret ref olunup (kaldırılıp, bitip) sıfat-ı ârızası (daha sonra kazandığı sıfatı) olan  soğukluk ve selâmet (esenlik) ikâme olunur (yerleşir).  Ateşin soğuması aklen dahî müsteb'ad (olmayacak şey) değildir. Fennen (fen vasıtasıyle) ma'lûmdur (bilinir) ki, taayyünât-ı kesîfe (meydana gelmiş katı, koyu cisimler) fezâda (uzayda) ecsâm-i küreviyye (küre cisimler) hâlinde tekevvün eder (oluşur). Cehennem ta'bîr olunan (denilen) küre-i azîme-i ateşîn (büyük ateş küresi) dahî fezâda (uzayda) mü­tekevvindir (mevcuttur). Ve bu küre-i âteşin (ateş küresinin) edvâr-i medîdeden (çok uzun devirler geçtikten) sonra ale'l-kâide (kaide, kural olarak) teberrüd (soğur) ve tassallüb eder (katılaşır). İşte bu ateşin soğuması ve selâmet bahş ol­ması (esenliğe kavuşulması), ehl-i nârın (cehennemliklerin) naîmidir (cennetidir).  İstîfâ-yı hukûk-i İlâhiyyeden (İlahi adalet yerine geldikten), ya'nî ma'siyetleri (günahları) mikdârı ta'zîb olunduktan (azap çektikten) sonra, ehl-i nârın (cehennemliklerin) mazhar-ı naîm olması (cennetle şereflenmesi) , İbrâhîm Halîlullah (a.s.)ın Nemrûd tarafından ateşe ilkâ olunduğu (konulduğu) hînde (sırada) mazhar olduğu (şereflendiği) naîme (cennete) müşâbihdir (benzemektedir).  Çünkü İbrâhîm (a.s.) bilir idi ki, ateş, hayvan cinsinden kendisine mukârin (bitişik) ve mücâvir (komşu) olan kimseye elem (ızdırap) veren bir sûrettir. Ve o sûretin ihrâk (yakılmak) ile vücûda elem  (acı,  ızdırap) vermesi muktezâ-yı âdettir (adet gereğidir). İşte onun ilminde bu ma'nâ mütekarrer (belirlenmiş, yerleşmiş) olduğundan, ateşi görmekle muazzeb oldu (azap gördü, sıkıntı çekti). Yoksa nârın (ateşin) ihrâkıyla (yakmasıyla) muazzeb olmadı (azap çekmedi). Ve cenâb-ı İbrâhîm o sûrette ve o sûretten kendi nefsi hakkında Allâh'ın murâdı ne olduğunu bilmedi. Binâenaleyh (bundan dolayı) ale'l-âde (adet olduğu üzere) yakmak şanından (tabiatından) olan ateşin sûretini görmekle vehmen (vehim olarak) muazzeb oldu (azap çekti). Ve mancınık (ağır taşları atmak için kullanılan eski bir savaş aleti) vâsıtasıyla ateşe ilkâ olunduğu (konulduğu) vakit, bu âlâm-i vehmiyyenin (vehmi acıların, ızdırapların) vücûdundan (varlığından) sonra, kendi nefsi hakkında, sûret-i levniyye-yi nâriyyeyi (ateşin suret rengini) görmekle berâber, o ateşi soğuk ve selâmet-bahş (kurtuluş bahşeden, selamet veren) bir halde buldu. Ve nâr (ateş) onun vücûd-ı mübârekini (kutsal vücudunu) ihrâk ile (yakarak) te'lîm (elem, ızdırap) etmedi.  Halbuki ateşin o kırmızı renkteki sûreti (şekli),  onu temâşâ eden (gören) nâsın (insanların) gözlerinde ayn-i nâr (ateşin kendi) idi. Ve bu nâs, (insanlar) kendi görüşlerine nazaran, (göre) o ateş İbrâhîm (a.s.)ı yakar zannettiler.

İmdi şey'-i vâhid, bakanların gözlerinde mütenevvi' olur. Tecellî-i İlâhînin hükmü böyledir. Binâlenaleyh, dilersen, muhakkak Allah Teâlâ bu emrin mislinde tecellî etti, dersin ve dilersen, muhakkak âlem, ona ve onda nazar etmekte tecellîde Hak gibidir, dersin. Böyle olunca nâzırın aynında, nâzırın mizâcı hasebiyle .mütenevvi' olur. Yâhut nâzırın mizâcı, tecellînin tenevvüünden mütenevvi' olur. Bunun hepsi, hakâyıkta câizdir (8).

Ya'nî ateş İbrâhîm (a.s.)ın aynında (zatında) berd ü selâm (rahatlık, selamet soğuğu) ve nâsın (insanların) uyûnunda (gözlerinde) dahî nâr-ı muhrik (yakıcı, yakan ateş) göründüğü cihetle (yanıyla), şey'-i vâhidden (tek şeyden, tek hakikatten) ibâret olan bu ateşe ona nazar edenlerin (bakanların) gözlerinde mütenevvi' olmuş (çeşitlenmiş) olur. İşte tecellî-i İlâ­hî (hakk’ın tecellisi) böyledir. Çünkü o tecellî-i İlâhî (İlahi tecelli, Hakk’ın kendini izharı) hadd-i zâtında (esasında) birdir velâkin kavâbil (kabiliyetli kimseler) o isti'dâdât (istidatları) hasebiyle muhtelif (çeşitli) olur. Ehl-i hicâb (perdeli kişiler) bunu bilmedikleri için, bir emri (işi, hususu) bildikleri şeye hasr ederler (mahsus kılarlar, sınırlarlar). Binâenaleyh (bundan dolayı) idrâklerinden hafi (gizli) olan  ba'zı tecelliyâtı (tecellileri) inkâr ederler. Nitekim ateşin o kırmızı renkli sûretini, (şeklini) ehl-i hicâb (perdeli kimseler) gördükleri vakit, Hakk'ın o mazhardan (görüntü mahalinden,ateşten) mutlaka kahr (azap) ile zâhir olacağına (açığa çıkacağına, görüleceğine) hükmederler (karar verirler) ve aynı mazhardan (görüntü mahallinden, ateşten) lutf (güzellik, hoşluk) ile zuhûrunu (meydana çıkmasını) inkâr eylerler. Binâenaleyh (bundan dolayı) sen şey'-i vâhidin (tek hakikatin) kâbiliyyet-i halâyık (mahlukların kabiliyetleri) hasebiyle tenevvü' edip (çeşitlenip) envâ'-ı muhtelife (muhtelif çeşitler) ile zâhir olduğunu (göründüğünü) bildikten sonra, dilersen nârın (ateşin) İbrâhîm (a.s.)’a berd ü selâm (rahatlık, selamet soğuğu) ve sâir (diğer) nâsın (insanların) gözlerine ateş olarak zâhir olması (görünmesi) gibi, merâyâ-yı a'yânda (ayna olan açığa çıkmış birimlerde),  suver-i muhtelife (çeşitli suretler) ile mütecellî olan (beliren, görünen) ancak Allah'dır dersin. Ve dilersen, muhakkak a'yân ı âlem, (aşıkâr olmuş alem) ona nazar indinde (bakanların kendi görüşlerince) vücûd-i Hak (Hakk’ın varlık) mir'âtında, (aynasında) suver-i muhtelife (çeşitli suretler) ile mütecellîdir (kendini ızhar etmektedir) ve âlem, (evren) suver (suretler) ile tecellî (belirmede, kendini göstermede) ve zuhûrda, (açığa çıkmada) Hak gibidir, dersin. Böyle olunca âlem (evren), nâzırın (bakanın) mizâcı (tabiatı, yaratılışı) hasebiyle mütenevvi' (çeşit çeşit) olur. Nitekim vücûdunda harâret ziyâde (fazla) olan kimse havayı sıcak ve pek üşümüş olan kimse dahî yine aynı havayı soğuk görür. Şu halde, âlemden (dünyadan) olan  hava, ona nâzır olan (bakan) kimselerin mizâcı (yaratılışı, tabiatı) hasebiyle mütenevvi' (çeşitli) olur. Yâhut nâzırın (bakanın) mizâcı, (tabiatı) tecellînin (belirmelerin) tenevvü'ünden (çeşitliliğinden) dolayı mütenevvi' (çeşit çeşit) olur. Zîrâ (çünkü) ârif, nâmütenâhî (sonsuz) olan tecelliyât-i İlâhiyye-i muhtelifeye (çeşitli İlahi tecellilere) tâbi'dir (bağlıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) mizâc (tabiat) kaydından halâs olmuş (kurtulmuş) olan nâzır-ı ârif (bakan, gözleyen arif), tecelliyât-ı İlâhiyyenin (Hakk’ın tecellilerinin) tenevvü'ü (çeşitliliği) hasebiyle mütenevvi' (çeşitli) olur. Ve bu tecellîye (belirmelere, kendini göstermelere) âit olan bahis (konu) Fass-ı Şuaybî'de (Şuaybî bölümünde) murûr etti (geçti). Ve işte bu iki i'tibârın (hususun) küllîsi (bütün hepsi),  hakâyıkta (hakikatlerde) câizdir. Ya'nî Hakk'ın nâzırın (gözleyenin) mizâcı (tabiatı, yaratılışı) hasebiyle mütenevvi' (çeşit çeşit) olması, câiz olduğu gibi, kayd-ı mizâcdan (tabiat kayıtlılığından) kurtulan zevâtın (kişilerin) mizâcı, (tabiatı) tecellînin tenevvü'üne (çeşitliliğine) tâbi' (bağlı) olması da câizdir. Evvelki hâl (önceki durum), gayr-i kâmil olan (kâmil olmayan, tam mükemmelliğe erişmemiş) ârife göredir. Çünkü Hak o ârif-i gayr-i kâmile (tam mükemmelliğe ulaşmamış arife) kalbi hasebiyle (dolayısıyla) tecellî eder (belirir, kendini ızhar eder).  İkinci hal ise, ârif-i kâmile (tam mükemmelliğe ulaşmış arife) göredir. Zîrâ (çünkü) onun kalbi tecellîyât-ı ilâhiyyeye (ilahi tecellilere) tâbi'dir (bağlıdır, uyar) .

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-21.02.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail