200. Bölüm


 

BU  FASS  KELİME-İ  DÂVÛDİYYE'DE  OLAN  "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"  BEYÂNINDADIR

Şiir: İmdi fehm sâhibi olan kimse bizim dediğimiz şeyi müşâhede eder: Ve eğer fehmi yok ise onu bizden alsın! (13).

Ya'nî birinci mertebe olan şuhûd mertebesinde bulunup da, Cenâb-ı Hak'tan kendisine fehm (anlayış) ve basîret (seziş, kavrayış) ihsân olunmuş (bağışlanmış, verilmiş) kimse, "Herkesin âkıbeti (sonu) rahmete çıkar" dediğimizi, bu mertebe-i şuhûdda (görme mertebelerinde) müşâhede eder (görür). Ve eğer ikinci mertebe olan îmân ve taklîd mertebesinde bulunduğundan dolayı bir kimsede min-tarafi'llah (Allah tarafından) verilmiş bir fehm (anlayış) ve basîret (manevi göz) yok ise, o ilm-i şuhûdîyi (manevi görüş ile elde ettiğimiz bu ilmi) bizden alsın! Zîrâ (çünkü) biz hakîkati kemâl-i vuzûh (tam bir açıklık) ile beyân ettik (anlattık).

Binâenaleyh ancak bizim zikrettiğimiz vâkı'dir. Sen ona i'timâd et; ve onun hakkında hâl ile bizim olduğumuz gibi ol ! (14).

Ya'nî vücûdda (varlıkta) vâkı' (olmuş) olan şey, ancak bizim zikrettiğimiz (anlattığımız) gibi, herkesin âkıbeti (sonu) "rahmet"e müncer olmaktan (varmaktan) ibârettir. Bizim bu kavlimiz (sözlerimiz) istidlâl (delil, kanıt) üzerine değil, belki müşâhedeye (görmeye) mübtenîdir (dayanır). Binâenaleyh (bundan dolayı) bizim bu kavlimize (sözlerimize) i'timâd et (güven)!  "Hz. Şeyh-i Ekber, bunu, böyle dedi ammâ, hakîkat-i hâlin (gerçek durumun) böyle olduğu neden ma'lûm? Belki muhâkemesinde hatâ etmiştir" deme! Zîrâ (çünkü) müşâhedede (görmede) hatâ olmaz. Eğer bizim sözümüze i'timâd edersen (güvenirsen), bizim bunu müşâhede ile (görerek) mütehakkık olduğumuz (meydana çıkardığımız gerçek) gibi, bir gün gelir ki, bu hakîkat hakkında sen dahi müşâhede ile (görerek) mütehakkık olursun (gerçeği bulursun).

Size tilâvet ettiğimiz şey, bize O'ndandır. Ve bizden size vehb ettiğimiz şey, bizden sizedir (15).

Ya'nî size beyân ettigimiz (anlattığımız) hakâyık (hakikatler) bize, Hak'tan vârid olan (gelen, ulaşan) şeydir. Ve bizim size vehb (bağışladığımız, ihsan) ettiğimiz bu maârif (bilgiler) ve hakâyık (hakikatler),  bizim vâsıtamızla size gelen vârid-i Hak'tır (Hakk’tan ulaşanlardır). Zîrâ (çünkü) biz "halîfetullâh"ız (Allah halifesiyiz). Bu gibi maârif (bilgiler), halka (insanlara) bi-hasebi'l-isti'dâd (istidatları dolayısıyla) bizim vâsıtamızla tevzî' olunur (dağıtılır).

Ve telyîn-i hadîde gelince, kendilerini zecr ve va'îd telyîn eden kulûb-i kâsiyedir. Ateş demiri yumuşatır ve demiri yumuşatmak güç değildir. Ve ancak  kasvette tâştan daha şedîd olân kalbler güçtür. Zîrâ ateş, taşı kırar ve onu kireç hâline koyar; ve o kalbleri yumuşatmaz. Ve Hz. Dâvûd'a Hak Teâlâ, bir şeyin kendi nefsi, ancak kendi nefsiyle vikâye olunduğunu, Allah tarafından tenbîh olarak, demiri ancak dürû’-ı vâkıye amelinden dolayı yumuşak kıldı. Zîrâ zırhlar sebebiyle, mızrak ve kılınç ve bıçak ve demirden olan ok ucu ittikâ olunur. Binâenaleyh, sen demiri, demire siper yaparsın. Böyle olunca şer'-i Muhammedî ............ ya'nî "Senden sana sığınırım" ile geldi. İyi anla! İşte, bu telyîn-i hadîdin rûhudur. Binâenaleyh Hak, Müntakım'dir ve Rahîm'dir. Ve Allah Teâlâ muvaffıktır (16).

Ya'nî, Dâvûd (a.s.)’ın mu'cize olarak yed-i mübâreki (kutsal, mübarek eli) ile demiri yumuşatmasına gelince: Bu telyîn-i hadîd (demiri yumuşatma) keyfiyeti (hususu) zecr (zorlama) ve va'îd (korkutma) ile yumuşayabilen kulûb-i kâsiye (katı kalpler) sûretidir. Ateş, demiri nasıl yumuşatır ise, kulûb-i kâsiye (katı kalpler) dahi ahvâl-i mahşeri (mahşer durumunu) ve ehvâl-i cehennemi (cehennem korkularını) zikr ederek (anlatarak) tahvîf olunmakla (korkutmakla) öylece yumuşar. Zîrâ (çünkü) demirin tab'ında (yaratılışında), ateş içinde yumuşamak hâssası (özelliği) bulunduğu gibi, bu vücûd-ı kesîf-i hayvânînin (yoğunlaşmış hayvansal bedenin) muktezayâtiyle (gerekleriyle, icaplarıyla) katılaşmış olan mü'minlerin kalblerinde dahi, va'z (dini söz) ve nasîhat işitmekle ve evliyâullahdan (Allah velilerinden) kerâmât-i kevniyye (kainatın yaratılış mucizesini) görmekle, öylece yumuşamak hassası (özelliği) vardır. Fakat demir cemâdâttan (cansız varlıklardan, madenlerden) olup tasarruf sâhibi olmadığı için, onu bir kimsenin ateşe koyup yumuşatması kolaydır. Zîrâ (çünkü) ondan aslâ muhâlefet (karşı) sudûru (çıkması) ihtimâli yoktur. Ve ateşe vaz' olundukda (konulduğunda) dahi, ateş onu kemâl-i sühûletle (kolaylıkla tam olarak) yumuşatır ve taşı dahi kırar ve kireç hâline koyar. Velâkin kulûb-i kâsiye (katı kalpleri) taştan daha şedîd (sert) ve katı olduğu için değme (gelişi güzel, her hangi bir)  söz ona te'sîr etmez (etkilemez).

Meselâ hevâ-yı nefsine (nefsinin arzularına) tâbi' (bağlı) bir mü'mine: "Bu yaptığın fiil (iş) şer'a (şeriat hükümlerine) muhâliftir (aykırıdır). Hak Teâlâ rûz-i cezâda (ceza gününde) maâsîye mücâzât edecektir (suçun cezasını verecektir). Kendine acımaz mısın?" denilse hiddet edip: "Senin nene lâzım, her koyun kendi bacağından asılır" cevâbıyla mukâbele edip (karşılık verip) yine lezzât-ı nefsâniyyesine (nefsine hoş gelen şeylerle) meşğûl olur. Onun için ârif-i billâh olan (Allah’ı bilen (Allah’la bilen) kimseler bu kulûb-i kâsiye erbâbını (katı kalbli kimseleri) envâ'-ı hıyel (çeşitli hileler) ile avlamağa sa'y ederler (çalışırlar). Zîrâ (çünkü) onlarda tasarrufât-ı  nefsâniyye (nefislerinin tasarrufu) vardır. Demir gibi bî-tasarruf (tasarrufsuz) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) onları yumuşatmak, demiri yumuşatmaktan daha güçtür. Ve Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)’a bir şeyin kendi nefsi, ancak kendi nefsiyle muhâfaza olunduğunu (korunduğunu) tenbîh (anlatmak) için, esnâ-yı harbde (harf esnasında) insanın vücûdunu muhâfaza eder (korur). Zırhların i'mâlinden (yapılmasından) dolayı, demiri o hazrete yumuşak kıldı. Zîrâ (çünkü) esnâ-yı harbde (savaş sırasında) düşman tarafından insana tevcîh olunan (yöneltilen) mızrak ve kılınç ve bıçak ve ok uçlarına karşı vücûd zırhlar ile muhâfaza olunur (korunur). Halbuki zırhlar da demirden ve esliha (silahlar) da demirden ma'mûldür (yapılmıştır). Binâenaleyh (bundan dolayı) sen esnâ-yı muhârebede (savaş sırasında) demiri demire siper ittihâz edersin (tutarsın).  İmdi sen kendini  nasıl ki demire karşı demir ile  vikâye edersen (korursan), öylece nefsini Allâh'a karşı, Allah ile muhâfaza etmen (koruman) îcâb eder. İşte bu hakîkate mebnî (dayalı) (S.a.v.) Efendimiz "E'ûzü bike minke" ya'nî "Yâ Rabbi Sen'den Sana sığınırım"  buyurdu.

Hakk'a karşı Hakk'ı siper ittihâz etmek (tutmak) iki vecihle (yönlü) icmâl olunur (özetlenir): Birisi budur ki: Abdin (kulun) vücûd-i abdânîsi (kulun vucudu), vücûd-i Hakkânîde (Hakk’ın vücudunda) fânî olur (yok olur). Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-i Hakkânî (Hakk’ın vücudu) vücûd-i abdânîye (kulun vücuduna) siper (koruyucu engel) olur. Bu halde abd (kul) için havf (korku) ve hüzün yoktur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ................................ (Yûnus, 10/62) İkincisi: Abdin (kulun) vücûd-i abdânîsi (kulun vücudu) bâkî (kalıcı) olmakla berâber esmâ-i celâliyye-i- Hak'tan (Hakk’ın celal esmasından) esmâ-i cemâliyye-i Hakk'a (Hakk’ın cemal esmasına) ilticâ eder (sığınır).  Binâenaleyh (bundan dolayı) abd (kul) kendi nefsini Hakk'a karşı yine Hak'la muhâfaza etmiş (korumuş) bulunur. Meselâ "Müntakım" ism-i celâlîsinden (celal ismi olan müntakim’den), "Rahîm" ism-i cemâlîsine (cemal ismi olan rahim ismine) kaçar.

İşte Dâvûd (a.s.)’a mu'cize olarak telyîn-i hadîd (demiri yumuşatma) verilmesinin rûhu budur. Ya'nî demir mefhûmu (kavramı) müttehid (birleşik, bir) olmakla berâber bir i'tibâra (görüşe) göre insanı katl eder (öldürür) ve bir i'tibâra (görüşe) göre de muhâfaza eder (korur).  İşte bunun gibi "Allah" dahi vâhid (tek) olmakla berâber cemî'-i esmânın (esmanın bütün hepsinin) merci'idir (geri döneceği, sığınacağı yerdir).  Keserât-ı esmâiyyesi (esmasının çokluğu) hasebiyle kâh (kimi vakit) kahr ve intikâm ve kâh (kimi vakit) lutf (iyilik, ihsan) ve rahmet ile tecellî eyler (görünür, belirir). Demir mefhûmda (manada) tevhîd olunduğu (bir sayıldığı) gibi, zât-ı Hak (Hakk’ın Zatı) dahi tevhid olunmak (birlemek, bir kılmak) îcâb eder. Bu hakâyık-ı gâmızayı (anlaşılması güç olan bu hakikatleri) anlamak husûsunda Allah Teâlâ hazretleri kullarına tevfîk (hidayet) ihsân eyler. ................................. (Baka­ra; 2/207

İntihâ fî: 14 Safer 336 ve 28 Teşrîn-i sânî 333 Çarşanba sabâhı saat 3.45

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.01.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail