191. Bölüm


 

BU  FASS  KELİME-İ  DÂVÛDİYYE'DE  OLAN  "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"  BEYÂNINDADIR

Ma'lûm olsun ki, vaktâki nübüvvet ve risâlet ihtisâs-ı İlâhî oldu, onlarda ya'nî nübüvvet-i teşrî'de iktisâbdan bir şey yoktur. Allah Teâlâ'nın onlara olan atâyâsı, bu kabîlden mevâhib oldu ki cezâ değildir. Ve onun üzerine onlardan Cezâ taleb etmez. Binâenaleyh, onun onlara i'tâsı in'âm ve ifdâl tarîkı üzeredir. Böyle olunca "Biz ona İshak ve Ya'kûb'u vehb ettik" (En'âm, 6/84) dedi, ya'nî İbrâhîm Halîl (a.s.)’a. Ve Eyyûb hak­kında "Biz ona ehlini ve onlarla berâber onların mislini vehb ettik" (Sâd, 38/42) dedi. Ve Mûsâ hakkında dahi "Biz ona rahmetimizden birâderi Hârûn'u nebî olarak bahş ettik) (Meryem, 19/53) dedi; emsâline varıncaya kadar. İmdi onları evvelen tevellî eden isim, ahvâllerinin umûmunda veyâhut ekserinde, onları âhiren dahi tevellî eder. Halbuki o isim, onun Vehhâb isminden gayri değildir. Ve Dâvûd hakkında "Biz Dâvûd'a indimizden fazl i'tâ eyledik" . (Sebe, 34/ 10) dedi ve ona cezâyı mukârin kılmadı ki, onu ondan taleb ede. Ve bu zikrettiği şeyi muhakkak ona cezâ olarak verdiğini ihbâr etmedi ( 1 )

Ya'nî nübüvvet (nebilik) ve risâlet (resulluk), hiçbir amel mukâbilinde (karşılığında) kazanılmamış olan inâyet-i ezeliyyeden (ezelde hükmolmuş ihsandan, rahmetten)  ibârettir. Ve nübüvvet-i teşrî'de (nübüvvette, peygamberlikte) aslâ kesb (çalışma) ve sa'yin (gayret göstermenin) dahli (tesiri) yoktur. Hak Teâlâ hazretlerinin enbiyâ (nebiler) (aleyhimü's-selâm)’ya olan atâları (ihsanları),  sebk eden (geçmiş) amellerine mükâfâten (mükâfat olarak) onlar hakkında bezl olunan (bol bol saçılan, verilen) mevâhib (bağışlar) kabîlinden (türünden) değildir. Ve Hak Teâlâ onlara bahş ettiği (bağışladığı, ihsan ettiği) nübüvvet (nebilik (peygamberlik) üzerine enbiyâ (aleyhimü's-selâm)’dan (nebilerden) amel (iş) taleb etmez (istemez).  O mertebe, onlara bilâ-ivaz (karşılıksız) verilmiştir. Şu halde nübüvvet (nebilik) ve risâletin (resulluk) enbiyâ  (nebiler) ve rusül (resuller) (aleyhimüs-selâm)’a verilmesi mahzâ (sadece) in'âm (nimet, iyilik) ve ifdâl (lutuf, ihsan) tarîkıyle dir (yoluyladır). Bu ancak, rahmet-i hâssa-i zâtiyyedir (seçkin kullarına olan zati rahmetidir, rahimin rahmetidir),  ki bu bâbdaki (konudaki) îzâhât (açıklama) Fass-ı Süleymanî'de (Süleyman bölümünde) geçti. Vâkıâ (gerçekte) onlar çok şükrederler ve çok amel (iş) işlerler. Fakat bu in'âm (iyilik) ve ifdâl (ihsan, bağış) mukâbilinde (karşılığında) onlardan ıvaz taleb olunmaz (karşılık beklenmez).  Onlar bunu mahzâ (sadece) abdiyyetlerinin (kulluklarının) zuhûru (açığa çıkması) için yaparlar. Bunlar hakkındaki atâyânın (bağışların) mevâhib (bağış) kabîlinden (türünden) olduğu bâlâda (yukarıda) zikrolunan (adı geçen) âyât-ı kerîme (ayetler) ile âyât-ı mümâsileden (benzer ayetlerden) anlaşılır. Binâenaleyh (bundan dolayı), Hak Teâlâ enbiyâ  (nebilere) (aleyhimü's-selâm)’a verdiği atâyâyı (ihsanları, bağışları) onlardan sebk eden (önceden geçmiş) bir hizmet muâbilinde (karşılığında) vermediği gibi, verdikten sonra dahi onlardan bir hizmet ve ıvaz (karşılık) taleb etmez (istemez).

İmdi zât-ı ahadiyyenin (ahad olan zatının) kendi zâtına tecellîsi indinde (tecelli ettiği, belirdiği sırada),  evvelen (önceden) enbiyânın (nebilerin) a'yân-ı sâbitelerinde (ilmi suretlerinde) mutasarrıf olan (tasarruf eden) isim, bu a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) muktezâsı (gerektirdikleri) üzere, sonra da a'yân-ı hâriciyyelerini (kendilerini aşikâr eden, gösteren suretlerini) îcâd etmekle (yaratmakla, meydana getirmekle) onlarda mutasarrıf (tasarruf eden) oldu. Halbuki onları tevellî eden (idaresini yüklenen) ve onlarda mutasarrıf olan (tasarruf eden, kullanan) isim "Vehhâb" isminden gayri (başkası) değildir. A'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ve Hakk'ın iş-bu (işte bu) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) talebleri (istekleri) üzerine hüküm ve kazâsı (takdiri) bahsi (konusu)  Fass-ı Uzeyrî  (uzeyri bölümünün) evâilinde (başlangıcında) murûr etti (geçti).

Beyit: ………………………………………………………………………… Tercüme: “Hadden efzûn olan senin feyzinin fazlı ne hoştur! Senin ifdâlin kemmiyyet ve keyfiyyete sığmaz. Atâ-yı İlâhîn şâibe-i garazdan münezzeh ve ihsân-ı rabbânîn ıvaza nâiliyyetten müberrâdır."

Ve buna amel ile şükrü taleb ettikde, onu âl-i Dâvûd'dan taleb etti ve Dâvûd'un zikrine taarruz etmedi. Tâ ki âl, Dâvûd'a in'âm olunan şeye şükrede. İmdi o, hakk-ı Dâvûd'da ni'meten ve ifdâlen atâdır. Ve onun âli hakkında, taleb-i muâvazadan nâşî, bunun gayri üzerinedir. Binâenaleyh Hak Teâlâ ..................................... (Sebe, 34/13) ya'nî "Ey âl-i Dâvûd, şükren amel ediniz ve benim şekûr olan ibâdım azdır" buyurdu. Vâkıâ enbiyâ (aleyhimü's-selâm), Hakk'ın onlara in'âm ettiği ve vehb eylediği şeye şükrettiler. Bu, Allah tarafından talebden nâşî vâkı' olmadı. Belki bununla kendi nefislerinden teberru ettiler. Nitekim, Resûllulah (s.a.v.), Allah Teâlâ onun geçmiş ve gelecek olan günâhının gafrine şükren, iki ayakları şişinceye kadar kâim oldu. Ona bunun hakkında denildiği vakit .......................... ya'nî "Ben abd-i şekûr olmayayım mı?" buyurdu. Ve Nûh hakkında da ........................... (İsrâ; 17/3) dedi. Halbuki Allâh’ın kullarından şekûr olan azdır (2).

Ya'nî Hak Teâlâ, Dâvûd (a.s,)a olan inâyet-i ezeliyyesine mukabil (karşılık), ameli ve şükrü taleb ettiği (istediği) vakit, bu ameli ve şükrü Hz. Dâvûd'dan taleb etmedi (istemedi), âl-i Dâvûd'dan (Davud’un yakınlarından, ailesinden) taleb etti (istedi). Zîrâ (çünkü) enbiyâ (nebiler) (aleyhimü's-selâm) âl (sülalesi, ailesi) ve ashâbı (yakınları) ve kavmi arasında, karanlıkta îkâd olunan (yakılan) bir sirâc-ı münîr (kandilin, mumun ışığı) gibidir. Sirâc-ı münîr (kandilin ışığı) ise karanlıkta kalanlar için bir ni'mettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) şükür ondan münevver (aydınlanmış) olanların uhdesine (sorumlu olmalarını) terettüb eder (gerektirir) ve o sirâcı (kandili, mumu) îkâd edene (yakana) teşekkür etmek lâzım gelir. Şu halde, Dâvûd (a.s.) hakkındaki atâ (bağışlar),  ona ni'meten (nimet olarak) ve ifdâlen (lutuf, bağış olarak) vâkı' olmuştur (gerçekleşmiştir).  Ve onun âlinden (ailesinden, sülalesinden) amel ve şükür ıvazı (karşılığı) taleb olunduğundan, (istendiğinden) onlar hakkında  atâ (verilen), in'âm (nimetler) ve ifdâl (bağış) tarîkiyle (yoluyla) değildir. Onun için Hak Teâlâ "Ey âl-i Dâvûd (ey Davud’un yakınları, sülalesi), şükren (şükrederek) amel ediniz! Ve benim mübâlağa ile (çok fazla) şâkir olan (şükreden) kullarım azdır" (Sebe', 34/13) buyurdu. Vâkıâ (gerçekte), enbiyâ (nebiler) (a.s.) Hakk'ın kendilerine in'âm (ihsan)  ve vehb eylediği (bağışladığı) atâyâya (ihsanlara) şükrettiler; ve şükren (şükrederek) amel-i kesîr (çok amel) ifâ eylediler (yaptılar).  Fakat, onların bu şükür ve amelleri, Hak tarafından taleb olunduğu (istendiği) için değil idi. Belki kendileri tarafından teberru (bağış) idi. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz ................................ (Feth, 48/2) ya'nî "Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını gafr (mağfiret etti, affetti) ve setr eyledi" (örttü) âyet-i kerîmesi nâzil olduğu (indiği) vakit, mübârek ayakları şişinceye kadar gece vakti kâim oldu (namaz kıldı). Ona dediler ki: "Yâ Resûlallah, Hak Teâlâ geçmiş ve gelecek zünûbunu (günahlarını) mağfiret eylediğini (affettiğini) ihbâr buyurdu (haber verdi). Niçin bu kadar nefs-i nefîsinize (kendi nefsinize) cefâ (eziyet) ediyorsunuz?" Kemâl-i saâdetle (mutlu bir olgunlukla) buyurdular ki: "Ben mübâlağa ile (çok fazla) şükr eden bir kul olmayayım mı?".

Suâl: Enbiyâda (nebilerde) zünûbdan (günahlardan) ismet (masum, temiz olmak) şart değil midir? Husûsiyle (özellikle) Sallallâhü aleyhi ve sellemden (peygamberimizden) hiçbir zelle (küçük günah) sâdır olmadığı (çıkmadığı) zâhirdir (açıktır). Böyle iken onun evvelen (önceden) ve âhiren (sonradan) ne gibi günahları var idi ki, Allah Teâlâ onları gafr (affedeceğini) ve setr buyuracağını (örteceğini) va'd eyledi (söz verdi) ?

Cevap: Bu husûsta akvâl-i kesîre (birçok görüş, söz) vardır. Hz: Mevlânâ (r.a) Fîhi Mâ fîh nâmındaki (adındaki) kitâb-ı münîflerinde (meşhur, kıymetli kitabında) bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde (izahında) böyle buyururlar: "İbn-i Atâ der ki: Mustafâ (s.a.v.) mi'râcda Sidretü'l müntehâ'ya (en yüksek makama) vâsıl olduğu (ulaştığı) vakit ki, orası bâlâ-yı Arş'tır (arşın üstüdür) ve hazret-i Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın) âşiyânesidir (meskenidir),  bu makamdan dahi mürûr etmek (geçmek) istedi. Refîkı (yol arkadaşı) olan Hz. Cibrîl (Cebrail a.s.) adımını geri aldı. Hz. Fahr-i âlem Efendimiz (Peygamberimiz) buyurdular, ki: Ey karındaşım (kardeşim) Cebrâîl, bu heybetli (ulu, azametli) mevzi'de (yerde) beni yalnız mı bırakıyorsun? Nidâ (ses) geldi  ve Hak Teâlâ itâben (azarlayarak) buyurdu ki: Bu iki üç adımda onunla mı ülfet ettin (dostluk, ahbaplık kurdun) ? İşte bu "Li yağfıra lek' Allâhu" ilh... (Feth, 48/2) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulan günahdan murâd bu günahdır.  Ya'nî seni ülfetten (dostluktan, ahbaplıktan) ve gayrin ünsiyyetinden (başkasının ahbaplığından) pâk (temiz, saf) ettik ve gayriden (başkadan) müstağnî (doygun, tok) kıldık, demektir. Ve derler ki, Peygamber aleyhi's-sâlâtü ve's selâm Efendimizin istiğfârı (tövbe etmesi) ayıklık hâlinde hâlet-i mestîden (kendinden geçmişlik, sarhoşluk hali) idi. Ve ba'zılar derler ki, belki mestlik (sarhoşluk) hâlinde ayıklık hâlinden istiğfâr eyledi (tövbe etti).  Ve ba'zıları her iki halden müstağfir idi (istiğfar eyledi). Zîrâ (çünkü) onun nazarı (bakışı) Hakk'a idi. Ve sekr (sarhoşluk) ve sahv (ayıklık) ise kâbil-i televvün olan (renkten renge girebilen)  bendegâna (kullara) mahsûstur. O hazrete nisbetle (göre) ne sekir (sorhoşluk) ne de sahv (ayıklık) vardır. İmdi mâdemki Hakk'a nâzır (bakan) idi, her iki halden dahi müstağfir idi (istiğfar eyledi, tövbe etti).  Zîrâ (çünkü) bu sekir (sarhoşluk) ve sahv (ayıklık) iki renktir. O ise rengin eserinde mahv (yok) olduğu vakit, her ikisinden de müstağfir olup (istiğfar edip, tövbe edip) kabza-i ilâhîde bulunur (Allah’a tutunur) idi, derler. "

Velhâsıl enbiyâ (aleyhimü's-selâm)ın (nebilerin) istiğfarları, (tövbeleri) ehl-i nefs (nefis sahibi) olan kimselerden sâdır olan (çıkan) günahlara karşı vâkı' (olmuş) olan istigfâr (tövbe) gibi değildir. Belki "Hasenâtü'l-ebrâr seyyiâtü'l-mukarrabîn" ya'nî "Ebrârın (hayır sahiplerinin, dindarların) hasenâtı (sevapları) mukarrabînin (Allah’a yakın olanların, büyük velilerin) seyyiâtıdır" (günahlarıdır) mûcibince (gereğince) kendi makâmât-ı aliyyeleri (makamlarının yüksekliği) iktizâsınca (gereğince) zünûb (günahlar) addolunan (diye adlandırılan) ba'zı ahvâldendir (hallerdendir). İşte Fahr-i âlem Efendimiz'in (Peygamberimizin) bu ahvâl-i mahsûsanın (özel, hususi halinin) setr (örtme) ve gafrı (mağfireti, affı) va'd olunduğuna (söz verildiği için) şükren (şükrederek) nefs-i ne­fîslerine (kendi nefislerine) meşakkat (zorluk, sıkıntı) verdîler. Bu ise şükr-i teklîfî (teklif edilen şükür) değil, belki teberru'î-dir (bağışla alakalıdır). Fakat, enbiyâya (nebilere, peygamberlere) tâbi' olanların (uyanların) şükrü, atâyâ-yı İlâhiyyeye (İlahi ihsanlara) karşı şükr-i teklîfîdir (teklif edilen şükürdür) ki farzdır. Bu şükrü terk ederlerse farzı terk etmiş olurlar. Ve Hak Teâlâ Nûh (a.s.) hakkında dahi ..................... (İsrâ, 17/3) ya'nî "Muhakkak Nûh (a.s.) pek çok şükreden bir abddir" (kuldur) buyurdu. Ve şükr-i teberru'î (teberruen, bağış olarak yapılan şükür), şükr-i teklîfîden (teklif edilen, teklifi şükürden) a'lâdır (yücedir, yüksektir). Ve bu şükür diğerinden ekmeldir(daha mükemmeldir, tamdır).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.11.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail