173. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]

Ve dedikleri Şey nasıl lâyık olur? Halbuki Belkîs: "Bana mektûb-i kerîm ilkâ olundu", yanî ona ikrâm olunur, der. Ve ancak onların buna hamlleri, Kisrâ'nın Resûlullah (s.a.v.)in mektûbunu parçalamasıdır. Halbûki Kisrâ, hepsini kırâat edip mazmûnunu ârîf olmayınca, onu parçalamadı. İmdi Belkîs dahi muvaffak olduğu şeye muvaffak olmasa idi, böyle yapardı. Binâenaleyh Süleyman (a.s.)’ın isminin ismullah üzerine takdîmi ve onun adem-i te'hîri, sâhibinin hürmeti sebebiyle, mektûbu ihrâktan himâye eder olmadı (2).

Ya'nî ulemâ-i zâhireden (zahir âlimlerden) ba'zılarının tefsîri (yorumladıkları) gibi bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmek (açıklamasını yapmak) nasıl lâyık (uygun) olur? Zîra (çünkü) bir kimseye birinden mektup gelince, evvelâ sâika-i merâk (merak etmesi sebebi) ile onu tamâmen okur ve münderecâtına (içindekilerini) muttali' olur (anlar, bilir). Ba'dehû (daha sonra) karârını verip, yapacağı şeyi yapar. Ulemânın (âlimlerin) buna haml (atıfta bulunmaları, isnat) etmeleri, mektûb-i Resûllah (s.a.v.)’in, (Peygamberimizin mektubunu) Kisrâ (İran hükümdarı) tarafından parçalanması hâline kıyâs (karşılaştırmak) ise de, Kisrâ (İran hükümdarı) mektûbun hepsini okuyup münderecâtına (içindekilerine) vâkıf olduktan (öğrendikten) sonra, onu parçalamış idi. Halbuki Belkıs dahi mektûbu tamâmen kırâat etti (okudu) ve hidâyet-i ezeliyyesi (ezelde kendisine hükmolmuş hidayet) sebebiyle münderecâtını (içindekileri) kalben kabûl ederek vüzerâsını (vezirlerini) cem' edip (toplayıp) : "Ey erkân-ı devlet (devletin ileri gelenleri), bana vâcibü'l ikrâm (hürmet, saygı gösterilmesi gereken) bir mektup verildi, ki Süleyman (a.s.)’dandır ve mazmûnu (anlamı, kavramı) da şundan ibârettir" dedi. Belkîs, bir mu'cize-i Nebî (Nebi’nin mucizesi) olmak üzere, mektûbun Hüdhüd (çavuşkuşu, ibibik) kuşu ile irsâlini (gönderildiğini) görmesi üzerine kalbinde eser-i kabûl (kabullenme eseri) zâhir oldu (görüldü). Nitekim Mesnevî-i Şerif'de buyrulur:

Tercüme: "Mu'cizât-ı Enbiyâ (Nebilerin, Peygamberlerin) mucizelerine) mûcib-i îmân olmaz (iman etmek icap etmez); ancak cinsiyyet kokusu cezb-i sıfât eder (çekicilik özelliği verir). Mu'cizât  (mucizeler) düşmanın kahrı içindir. Cinsiyyet kokusu ise, gönül cezbi (çekiciliği) içindir."

İşte Süleyman (a.s.) ile Belkîs arasında mazhariyyet-i esmâ (esmanın göründüğü mahal olmak) cihetinden (bakımından) bûy-i cinsiyyet (cinsiyet kokusu) var idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) mektûbun münderecâtını (içindekileri) kabûl edip "mektûb-i kerîm" (asil, ulu mektup) dedi. Kisrâ'ya (İran hükümdarına) gelince onda bûy-i cinsiyyet (cinsiyet kokusu) yok idi. Mektûb-i Risâletpenâhî (Peygamberin mektubu),  şekâvetinin (mutsuzluğunun, cehennemlik olduğunun) zuhûruna (meydana çıkmasına) sebep oldu. Mektûbu parçalamak gibi bir edepsizliği irtikâb etti (gözlendi).

Tercüme:"Hak Teâlâ bir kimsenin perdesini yırtmak murâd edince onun meylini (eğilimini) pâk (temiz) olan Enbiyâ (Nebilerin,Peygamberlerin) ve evliyânın (velilerin) ta'm (lezzet, zevk) cihetine (tarafına) götürür. "

Eğer Belkîs, bu vücûd-i kevnîde (dünyada) muvaffak (kazanmış) olduğu îmâna, ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sübûtu (sabitleştiği, meydana çıktığı) hîninde (zamanda) ezelen (ezelde olduğu gibi) muvaffak (Allah’ın inayetine ulaşmış) olmasa idi, o da Kisrâ'nın (iran hükümdarının) yaptığını yapardı. İşte bu tafsîlâttan (açıklamalardan) anlaşılır ki, ulemâ-i zâhireden (zahir âlimlerden) ba'zılarının zannettikleri vechile (şekliyle),  Süleyman (a.s.) kendi azamet (büyüklüğü) ve saltanat-ı meşhûresi (meşhur saltanatı) sebebiyle, Belkîs'i hürmet etmeğe mecbûr etmek için, mahzâ (sadece) mektûbu parçalanmaktan sıyâneten (korumak için),  kendi ismini te'hîr etmeyip (geriye bırakmayıp) ismullah (Allah ismi) üzerine takdîm etmiş (öne geçirmiş) değildir. Zîra (çünkü) bu sûret (şekil), Süleyman (a.s.)’ın Rabb'ine olan ma'rifetine (ilmine) lâyık (uygun) görülmez. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu mütâlaa (düşünce), Süleyman (a.s.)’ı medh sûretinde (medh ediyor, övüyor görüntüsünde) zemm (yerme, kınama) olur.

İmdi Süleyman (a.s.) rahmet-i imtinân" ile "rahmet-i vücûb" olan iki rabmet îrâd eyledi ki, onlar "er-Rahmân", "er-Rahîm"dir. Böyle olunca Hak, Rahmân ile imtinân ve Rahîm ile îcâb eyledi. Ve bu vücûb, imtinândandır. Binâenaleyh, Rahîm duhûl-i tazammun ile Rahmân'a dâhil oldu. Zîrâ Hak Sübhânehû rahmeti kendi üzerine yazdı, tâ ki abd için, Hakk'ın kendi nefsi üzerine vâcib kıldığı bu rahmet, bu abdin ityân eylediği a'mâlden Hakk'ın zikr eylediği şey sebebiyle, Allah üzerine hak ola. Abd, bununla bu rahmet-i vücûbiyyeye müstehak olur (3)

Ya’nî Süleyman (a.s.) mektûbun baş tarafına ism-i İlâhî’yi (Allah’ın ismini) yazdıktan sonra, rahmet-i imtinâna (rahmanın rahmetine) dâll olan (işaret eden) "er-Rahmân" ve rahmet-i vücûba (rahimin rahmetine) dâll olan (işaret eden) "er-Rahîm" isimlerini zikr ederek (anarak) bu iki rahmeti îrâd eyledi (söyledi).

Rahmet-i imtinân: Bu rahmet Zât-ı ahadiyyede (ahad olan Zatında) mündemic olan (bulunan) bilcümle esmâyı (bütün esmanın hepsini), Hakk'ın kendi zâtına olan  tecellîsi (oluşumu, belirmesi) ile ilminde peydâ kılmasıdır (meydana çıkarmasıdır). Ve hakâyık-ı eşyâ (varlıkların hakikâtleri) olan suver-i ilmiyyenin (ilmi suretlerin) bu sûretle sübûtu (sabit olması, belirlilik kazanması) için, onların hiçbir amel ve hizmetleri sebk etmiş (önceden geçmiş) değildir. Belki inâyet-i Zâtiyyedir. (Zat’ın bir lütfudur) Ve Rahmân vücûd-i âmmın (bütün varlığın) aynı olduğu cihetle (yönüyle), bu rahmet-i rahmâniyye, (rahmanın rahmeti) vücûdun (varlığın) kâffesine (bütün hepsini) şâmildir (içine almıştır, kuşatmıştır).  Ve hiçbir şey bu rahmetten hâlî (kayıtsız, boş) değildir ve hattâ Hakk'ın esmâsı mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde), O'nun zâtının aynı olduğu cihetle (bakımından), Zât-ı Hakk'a (Hakk’ın Zat'ını) da şâmildir (içine alır, kuşatır). Zîrâ (çünkü) onun aynıdır. Ve işte bu rahmet, hiçbir amel (iş, çalışma) mukâbilinde (karşılığında) vâkı' olmadığı (oluşmadığı) ve belki zâtın muktezâsı (gereği, lazımı) bulunduğu için, buna "rahmet-i imtinân" denildi. Ve "Rahmân" ismi bu rahmete delâlet eyledi (işaret etti):

Rahmet-i vücûb: Bu rahmet, ba'de'l-vücûd (vücut bulduktan sonra), muktezâ-yı isti'dâd hasebiyle (istidadın gereğinden dolayı) sâdır olan (çıkan) amel (iş, çalışma) mukâbilinde (karşılığında) vâkı' olur (gerçekleşir).  Ya'nî bir kimse bu âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada), Allâh'ın Resûl'üne îmân ve şerîatine tevessül edip (sarılıp) a'mâl-i sâliha (iyi işler) işlerse, Hakk'ın kendi nefsi üzerine vâcib (zaruri, zorunlu) kıldığı bu rahmet-i husûsiyyeye (özel, hususi rahmete) nâiliyyete (ulaşmaya) kesb-i istihkâk eyler (hak kazanır). Bu rahmeti, ........................... (En'âm, 6/12) âyet-i kerîmesiyle, Hak kendi nefsine vâcib (zaruri, zorunlu) kıldığı için "rahmet-i vücûb" denildi ve “Rahîm” ismi bu rahmete delâlet (işaret) eyledi.

İmdi Hak Teâlâ, ilimde a'yân-ı sâbitelerini (ilmi suretlerini) ta'yin (belirlemek) ve aynda (aslında) onları îcad etmek (yaratmak) sûretiyle, cemî'-i mevcûdât (bütün mevcutlar) üzerine hükmü umûmî (genel, her şeye) olan “Rahmân” ismi ile imtinân (ihsan, rahmet) eyledi. Nitekim (nasıl ki) ................................ (A'raf, 7/156) ya'ni "Benim rahmetim her şeye vâsi'dir" (geniştir) buyurur. Zîrâ (çünkü) rahmet-i âmme (herkese olan rahmet,rahmanın rahmeti) kâffe-i eşyâ (bütün yaratılmışların hepsi) için vücûd-i âmmdır (her şeyin varlığıdır).O dahi ...................... (Nûr, 24/35) âyet-i kerîmesinde beyan buyurduğu (bildirdiği) nurdur ki, her şeyi o nûr ile zulmet-i ademden (yokluk sıkıntısından) ızhâr eyler (meydana çıkarır). Ve isti'dâdlarının iktizâsı (gereği) olarak ibâdından (kullarından) sâdır olan (çıkan) a'mâl-i takvâya (hayırlı işlere) mükâfâten (mükafat olarak) vâkı' (olmuş) olan rahmeti dahi kendi üzerine vâcib (zaruri) kılmakla, ba'zı mevcûdât (varlıklar) üzerine hükmü husûsî (özel) olan "Rahîm" ismi ile îcâb eyledi. Ve bu "rahmet-i vücûb" (rahimin rahmeti),  rahmet-i imtinân"dandır (rahmanın rahmetindendir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) "Rahîm" ismi, duhûl-i tazammun (içine girme, içinde bulunma) ile "Rahmân" isminin içine dâhil olur. Zîrâ (çünkü) Hak zât-ı ahadiyyetinde (ahad olan Zatında) meknûn (gizli) olan esmâya rahmet ile onları kerb-i müzâyakadan (darlık, yokluk sıkıntısından) tenfîs etti (soludu, ferahlandırdı). Cümlesinin (hepsinin) hakâyıkı (hakikâtleri) ilm-i İlâhi’de (Allah’ın ilminde) sâbit (belirlendi, mevcut) oldu. Kâffe-i eşyâya (bütün hakikâtlerin hepsine) müsâvâten (eşit olarak) vâsıl olan (ulaşan) bu rahmet umûmîdir (geneldir, her şeyedir).  Fakat bu hakâyık-ı sâbite (sabitlenmiş hakikatler (ilmi suretler) içinde bulunan ba'zıları hakkında hubb-i ezelisi eseri (ezeli sevgisinin eseri) olmak üzere inâyet-i mahsûsa-i İlâhiyye (Hakk’ın bazı kullarına olan ihsanı, lütfu) sebk etti (önde oldu, öne geçti).  Bunlar Enbiyâ (Peygamberler) ve evliyâ (veliler) ve bilcülme mü'minînin (bütün müminlerin) a'yân-ı sâbiteleridir (ilmi suretleridir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) âlem-i vücûdda (varlık aleminde) bu inâyet-i ezeliyye (ezelde hükmolmuş ihsan) hasebiyle onlardan a'mâl-i saliha (iyi, güzel işler) zâhir oldu (görüldü). Ve bu amelleri (işleri) mukâbilinde de (karşılığında da)  Hak onlara, kendi üzerine vâcib (zaruri) kıldığı rahmet ile mütecelli oldu (göründü, belirdi).  Şu halde "rahmet-i vücûb" (rahimin rahmeti) "rahmet-i imtinân"a (rahmanın rahmetine) dâhil oldu. Çünkü, bunların vücûdu rahmet-i âmme (genel, herkese olan rahmet, rahmanın rahmeti) ile zâhir olmasa (açığa çıkmasa) idi, rahmet-i hâssanın (seçilmiş, özel kullarına olan rahmetinin, rahimin rahmeti) mahall-i tecellîsi (göründüğü, tecelli ettiği yer) bulunmaz idi. Ta'bîr-i diğerle, (başka bir ifade ile) umûm (genel, her şeye ait olan) husûsu (özeli, sadece bir şeye mahsus olanı) ve mutlak (kayıtsız) mukayyedi (kayıtlıyı) mutazammındır (içine alır). Binâenaleyh (bundan dolayı) hâssın (“özel”in) âmm (“genel”in) tahtına (hükmü altına) dâhil olması kabîlinden (türünden) olarak rahmet-i rahîmiyye, (rahimin rahmeti) rahmet-i rahmâniyye (rahmanın rahmeti) tahtına (hükmü  altına) dâhil oldu.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-05.07.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail