171. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

İmdi Resûl (a.s.), bu âyetin tekrârında, Allah'dan ilm-i azîm üzerine idi. Binâenaleyh, kim ki bu âyeti ve onun gayrisini tilâvet ederse, böyle tilâvet etsin ve illâ ona sükût evlâdır. İmdi Allah Teâlâ bir abde herhangi bir emr ile nutuk etmeğe tev­fîk verdikde, onu ona muvaffak etmedi, illâ ki onun hakkında, onun icâbetini ve kazâ-i hâcetini irâde ettiği halde tevfik verdi. Böyle olunca hiç bir kimse, kendisine tevfîk verilen şeyin mütezammın olduğu şeyi istibtâ' etmesin. Ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu âyet üzere muvâzabatı vech ile cemî’-i ahvâlinde muvâzabat etsin; tâ ki icâbeti kulağı ile yâhut sem'i ile işite, nasıl isterse; yâhut Allah Teâlâ nasıl işittirirse, eğer suâl-i lisân ile mücâzât ederse, sana kulağın ile işittirir; ve eğer mâ'nâ ile mücâzât ederse, sem'in ile işittirir (43

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu âyet-i kerîmeyi tekrârı, ilhâh (ısrarla üstüne düşmesi) ve ısrâr üzerine vâkı' olduğunu (gerçekleştiğini) ve bu da suâlin (duanın) ibtidâsında (başlangıcında) icâbeti (kabul edildiğini) işitmemesinden nâşî (dolayı) bulunduğunu ve diğer taraftan ümmetinin a'yânı (hakikâtleri) ve günahları birer birer Cenâb-ı Hak tarafından kendisine arz edilmesi (gösterilmesi) üzerine, onlar için mağfiret talebi (bağışlanma isteği) maksad-ı âlîsine (yüce maksatlarına) müstenid bulunduğunu (dayandığını) cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimiz bâlâda (yukarıda) beyan buyurmuş (anlatmış) idi. Bu beyandan (açıklamadan) anlaşılır ki, (S.a.v.) Efendimiz bu âyet-i kerîmeyi tekrâr ettikçe, kendilerine ulûm-i İlâhiyye (İlahi ilimler) ve maânî-i gaybiyye (gaybda lan, gizli manalar) cilve-ger (tecelli etmiş, görünmüş) olduğundan, bu tekrârda Allah Teâlâ cânibinden (tarafından) ilm-i azîm (büyük ilim) üzerine idi. Fakat taleb-i mağfireti mütezammın olan (bağışlanma isteğini içine alan (bağışlanma isteği bulunan) her bir tekrâra karşı Hakk'ın icâbetini (kabul ettiğini) işitmemiş idi. Ancak her bir tekrar bir ilmin husûlüne (meydana gelmesine) sebeb olur idi. Şu halde,Hak tarafından icâbetin te'hîri (kabulü gecikmesi) hikmete müstenid (dayalı) idi. Şu halde bu âyet-i kerîmenin tâ-be-sabâh (sabaha kadar) (S.a.v.) Efendimiz tarafından tekrar tekrar tilâvet buyrulması (okunması),  ilm-i risâlet-penâhînin (Peygamberimizin ilminin) tezâyüdûne (artmasına) sebeb oldu. Binâenaleyh (nitekim) kim ki bu âyet-i kerîmeyi veyâhut âyât-ı Kur'âniyye’en (Kuran ayetlerinden) diğer birisini tilâvet edecek (okuyacak) olursa, risâlet-penâh (Peygamber) Efendimizin tilâvet buyurdukları (okudukları) gibi tilâvet etsin (okusun).  Zîrâ (çünkü) âyet-i kerîmenin maânî-i münîfesi (yüce manasının) tedebbür ve tefekkür ile (sonunu, manasını düşünerek) tilâvet olunursa, (okunursa) kâri'in (okuyanın) kalbine cânib-i Hak'tan (Hakk tarafından) maânî-i gaybiyye (gaybde olan manalar) tulû' eder (doğar).  Ve bu sûretle bilmediği esrâr-ı Kur'âniyyeye (Kur’an’ ın sırlarına) muttali' (bilir, vakıf) olur. Fakat lisânen Kur'ân okuyup da, fikren âfâk (dışarısı) ile meşgûl olursa, fıkrini cem' (toplayıncaya) ve kalbini Hak cânibine (tarafına) imâle edinceye (meylettirinceye) kadar, o kimseye sükût etmek evlâ (daha uygun) olur. Kâri'-i Kur'ân (Kur’an okuyan), kelâm-ı Hakk'ın (Hakk’ın sözlerinin) tercümânıdır ve tercüman bir kelâmı nakl ederken, elbette onun ma'nâsını tefekkür ve teemmül eder (etraflıca düşünür).  Eğer fikri başka şeylerle meşgûl olursa  tercümanlık edemez. Çünkü, ne söylediğini bilmez. İmdi kelâm-ı mahlûku (yaratılmışın sözlerini) naklederken tedebbür (sonunu, arkasını düşünmek) ve tefekkür lâzım olunca, kelâm-ı Hakk'ı (Hakk’ın sözlerini) naklederken ne derece i'tinâ lâzım geleceği cüz'î (azıcık) bir mülâhaza (düşünmek) ile nümâyân olur (meydana çıkar).

İşte bu hakîkati beyânen (açıklayarak) Hz. Mevlânâ (r.a.) Fîhi Mâ Fih'de buyu­rurlar ki: ……………………………………………………

Ya'nî "Rivâyet olundu ki Resûl (a.s.) zamânında sahâbeden her kim bir veyâhut yarım sûre ezberlese idi, onun ezberinde bir sûre vardır diye onu i'zâm ederler (büyütürler) ve parmakla gösterirler idi. Bunun sebebi o idi ki, onlar Kur'ân'ı yerler idi. Bir kimsenin altı veyâ on iki batman (1 batman aşağı yukarı halen kullanılan 8 kg kadardır) ekmek yemesi, elbette azîm (büyük) bir haldir. Ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra, çıkarmak şartıyla, bin yük ekmek yemek mümkündür. Nihâyet ........................... yâ'nî "Çok Kur'ân tilâvet edenler (okuyanlar) vardır ki, Kur'ân onlara la'net eder" vârid olmuştur. İmdi bu, Kur'ân'ın ma'nâsına vâkıf olmayan (anlamayan, bilmeyen) bir kimse hakkındadır."

Suâl: Kur'ân-ı Kerîm lisân-ı Arabî (Arapça) üzere münzeldir (indirilmiştir).  Küre-i arzda (dünyada) üç yüz milyon raddesinde (aşağı yukarı tahminen) mevcûd olan ehl-i İslâm’ın (Müslümanların) cümlesi (hepsi) Arab olmadığı gibi, lisân-ı Arabîye (Arap diline) vukûfları da yoktur (bilmezler).  Şimdi bunlar, ma'nâsını bilmedikleri için Kur'ân tilâvetinden (okumaktan) sarf-ı nazar mı etsinler (vaz mı geçsinler?)?

Cevap: Gerek Şeyh-i Ekber (Muhittin Arabi r. anhümâ) ve gerek Hz. Mevlânâ (r. anhümâ)’nın       kelâmları, Kur'ân-ı Kerîm'in ma'nâ-yı münîfini (yüce manasını) anlamağa terğib (isteklendirmek) ve teşvîktir.         Yoksa Kelamullâh'ın (Allah kelamının) tilâvetinden (okunmasını) men' (önlemek, yasaklamak) değildir. Kur'ân, kelâmullah (Allah kelamı) olmak i'tibâriyle (bakımından), bir kimse ma'nâsını  bilmeksizin tilâvet etmiş (okumuş) olsa    bile, onun envâr-ı ma'nevîyyesinden (manevi nurundan) müstefid (istifade eder) ve me'cûr olur (sevap kazanır).  Velâkin    (fakat) Kur'ân'ı yalnız ölülerin ervâhına (ruhlarına) ithâfi (hediye etmeyi) i'tiyâd edip (alışkanlık haline getirip) onun maânî-i mü­nîfesini (yüce manasını) öğrenip anlamak merâkında bulunmamak azîm (çok büyük) hamâkattır (ahmaklıktır). Onun için (S.a.v.) Efendimiz ......................... ya'nî "Taleb-i ilim (ilim öğrenmek isteyen) her bir Müslim (erkek Müslümanlar) ve Müslime (kadın Müslümanlar) üzerine farzdır." (kesin olarak gereklidir) Ve kezâ (böylece) ........................ ya'nî "Çin'de bile olsa ilmi taleb ediniz (isteyiniz)!" buyururlar. Binâenaleyh (nitekim) her bir Müslime (Müslüman) Kur'ân'ın maânî-i münîfesini (yüce manasını), ulemâya (alimlere) bi'l-mürâcaa (başvurarak) sorup anlamak vecî'bedir (vazifedir). Husûsiyle her lisanda yazılmış, az-çok kütüb-i tefâsîr (Kuran’ı açıklayan kitaplar) mevcûddur. Lisânımızın şîvesine muvâfık (uygun) bir Türkçe ile yazılmamıştır, eski Türkçedir, gibi birtakım vâhî (boş, manasız) bahânelerle, onlara mürâcaattan istinkâf etmek (yüz çevirmek, vazgeçmek) ve Kur'ân'ın maânî-i mücmelesini (öz manalarını) olsun anlamaktan mahrûm kalmak revâ (uygun, yerinde) değildir. Bir arşın kumaş mübâyaa edeceğimiz (satın alacağımız) vakit, iyisini alabilmek için bilenlere mürâcaat etmekten üşenmediğimiz halde, maâdimize (döneceğimize) ve hayât-ı ebediyyemize (ebedi hayatımıza) taalluk eden (alakalı olan) bir mes'eledeki tekâsül (tenbellik, ilgisizlik) ve müsâmahamız (aldırış etmememiz) za'f-ı îmândan (imanın zayıflığından) mütevellid (doğmuş, meydana gelmiş) olsa gerektir.

İmdi (şu halde) Allah Teâlâ bir kulunu umûrdan (işlerden) bir emr (iş, husus) ile nutka muvaffak ettiği (söz söylettirdiği) vakit, o kulunu, o nutka muvaffak etmedi (o sözleri söyletmedi), illâ ki (ancak) o nutkun (sözlerin) o kul hakkında icâbetini (kabul edilmesini) ve o kulun kazâ-yı hâcetini (hacetini kaza olarak irade ve takdir etmeği) murâd ettiği halde (istediği için) , muvaffak etti (başarılı kıldı, o sözleri ona söyletti).  Şu halde, abdin (kulun) lisânından cârî olan (akan, dilinden dökülen) duâ, Hakk'ın icâbetini (kabul edilmesini) murâd ettiği (istediği) duâ olur; ve Hak onun duâsını kabûl ve hâcetini (ihtiyacını) kazâ (takdir ve irade) etmek istediği için o duâyı onun lisânından cârî kılar. (akıtır, dilinden döktürür) ........................ kavli (sözleri), iki metin evvelde (önce) zikr olunan (anlatılan) .................... ibâresine (cümlesine) merbûttur (bağlıdır).  Zîrâ (çünkü) (S.a.v.) Efendimiz'in tekrâr ettiği duâ, Hakk'ın onu nutka muvaffak ettiği (o sözleri söylettirdiği) bir emrdir (iştir, husustur). Ve bu nutuk (söylenen sözler) her bir arz-ı İlâhî (Allah’ın bildirmesi, göstermesi) üzerine sâdır olur (çıkar) idi. Ve âyet-i kerîmeden ibâret olan bu nutkun (sözlerin) verdiği şey dahi, ahvâl-i ümmetin (ümmetinin halleri, oluşları) Hakk'a teslîmi ve Hakk'ın afvine (bağışlamasını) tefvîzı (Hakk’tan beklemeleri) idi. Binâenaleyh (nitekim) Hak Teâlâ ümmet-i Muhammed'in (Muhammed’in ümmetini) afvını (bağışlamayı) murâd buyurduğu halde (istediği için), (S.a.v.)’i bu nutka (sözleri söylemeyi) muvaffak eyledi (başarılı kıldı  (söyletti).

İmdi (şu halde) mâdemki Hak Teâlâ kabûlünü murâd eylediği duâyı abdinin (kulunun) lisânından (dilinden) cârî kılıyor (akıtıyor),  şu halde hiç bir kimse, kendisine tevfîk verilen (uygun görülen, muvafık kılınan) şeyin, ya'nî duânın mütezammın (içine almış) olduğu şeyi, ya'nî icâbeti (kabulun) istibtâ etmesin (gecikmesinden dolayı üzülmesin); ya'nî icâbetin te'hîriyle (kabulün gecikmesiyle) mağmûm olmasın (kederlenmesin, sıkılmasın). Aslâ fütûr (ümitsizlik, usanç, bezginlik) getirmeyip Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu âyet-i kerîme üzere muvâzabatı vech ile (üzerinde devamlı meşgul olmayı, çalışmayı) cemî'-i ahvâlinde (bütün hallerde), Hakk'ın kendisini muvaffak ettiği (başarmasını sağladığı) duâyı bi't-tekrâr (tekrarlayarak) muvâzabat etsin (devamlı çalışsın) ve talebinde (isteğinde) ilhâh eylesin (ısrar etsin). Zîrâ (çünkü) hadîs-i şerîfte ........................ ya'nî "Allah duâsında ilhâh (ısrar) edenleri sever" vârid olmuştur. Duâsında o kadar tekrâr ile ilhâh etsin (üstüne düşsün, ısrar etsin),  tâ ki Hakk'ın icâbetini (kabul ettiğini) cismin (bedenin) âlet-i simâ'ı (işitme aleti) olan kulağı ile veyâhut kalbin âlet-i simâ’ı (işitme aleti) olan hâsse-i sem'i (işitme kuvvesi) ile işite; hangi lisanla suâl (dua) edersen o sem' (kulak) ile sâmi' (işiten) olursun. Yâhut Allah Teâlâ, sana icâbeti (kabul ettiğini) ne keyfiyetle (hususla) işittirirse o sûretle (biçimde) işitirsin. Eğer suâl-i lisân (sözlü dua) ile mücâzât ederse (karşılık verirse),  sana kulağın ile işittirir. Ve eğer ma'nâ ile mücâzât ederse (karşılık verirse) sem'in (işitme kuvvesi) ile işittirir.

Hz. Şeyh (r.a.) "mücâzât" ta'bîrini (deyimini) isti'mâl buyurdu (kullandı).  Zîrâ (çünkü) mücâzât amelin (işlerinin, yaptıklarının) mukâbilidir (karşılığıdır).  Ve Allah Teâlâ'dan taleb (dilek) ve duâ, amellerden bir nevi' (çeşit) ameldir. Senin amelin lisân ile (sözlü, konuşarak) vâkı' olan (gerçekleşen) sûalden (duadan) ibâret olunca, amelinin cezâsı (karşılığı) olmak üzere Hak Teâlâ dahi sana icâbeti (kabul etmesi),  cismin (madde bedeninin) âlet-i sîmâ’ı (işitme aleti) olan kulağın ile "Lebbeyk (baş üstüne),  ey kulum!" dediğini işittirir. Ve  eğer amelin lisân-ı kalbin (kalpten konuşmak) ile vâkı' olan (gerçekleşen) sûalden (duadan) ibâret olursa, yine ameline mukâbil (karşılık) bir cezâ (karşılık) olmak üzere "Lebbeyk (baş üstüne) yâ abdî (ya kulum) !  " dediğini sana sem’-i kalbin (kalp kulağı) ile işittirir. Ve taleb ettiğin (dilediğin, istediğin) şey isti'dâd-ı ezelîne (ezelde olmuş istidadına) muvâfık (uygun) ve onun serîan (çarçabuk) husûlü (olması) mukadder (takdir olunmuş) ise derhal vâkı' olur (gerçekleşir); değil ise vakt-i mukaddere te'hîr olunur (takdir olunan zamana bırakılır). Fakat vakt-i duâda (dua zamanında) "Lebbeyk" (baş üstüne) kavli (sözü) aslâ teahhur etmez. (gecikmez, geriye kalmaz) İcâbet-i kavliyye (sözlü kabul) ile icâbet-i fiiliyye (fiil olarak kabul) hakkındaki tafsîlât (geniş açıklama) Fass-ı Şîsî'de (Şişi bölümünde) murûr etmiş (geçmiş) idi. "Hâzâ min fazlı Rabbî". (bu Rabbimin fazlındandır)

Hitâm: Cemâdi'l-âhire 338/2 Mart 336. Salı gecesi, saat-i ezânî 2,5.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-21.06.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail