160. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Böyle olunca emr, O'na ve bize maksûmdur (23).

Ya'nî emr-i İlâhî (Allah’ın emirleri) Hak tarafından bize ve bizim tarafımızdan Hakk’a vermek ve almak kısımlarına maksûm (taksim edilmiş, bölünmüş) oldu. Zîrâ (çünkü) biz Hakk'ın zât-ı mut­lakında (Zat mertebesinde), bilkuvve (güç kuvve olarak) mevcûd ve bilfiil (fiil olarak) ma'dûm (yok durumunda),  O'nun nisebinden (sıfatlarından) ibâret  idik. Lisân-ı hâl (oluşum dili) ile vâkı' olan (gerçekleşen) talebimiz (isteğimiz, arzumuz) üzerine nisbet-i meşiyyeti (dileme, irade sıfatı) bizi ızhâra (ortaya çıkarmak için) taalluk etti (gerçekleşti).  Hâl-i ademde (yokluk halinde, yok durumunda iken) ne hâl (oluş) üzerine sâbit (mevcut) idi isek, tecellî-i akdesiyle (Zat’ından Zat’ına olan tecellisiyle) ilminde o hâl (oluş) üzere sâbit (anlaşılmış) olduk. Bu ahvâl (oluşlar) bizim isti'dâdât-ı gayr-i mec'ûlemiz (yapılmamış istidadımız, birimin zatında güç kuvve olarak mevcut (ilmi suretler) istidat) idi. Biz Hakk'a dedik ki: "Bizim isti'dâdâtımız budur. Binâenaleyh (nitekim), hükmünü bizim bu isti'dâdâtımıza göre ver!" Ve bu bizim tarafımızdan Hak üzerine bir hüküm (karar, emir) idi. Şu halde biz, "hâkim" (karar veren) ve Hak "mahkûmün-aleyh" (hakkında hüküm verilen, mahkum) oldu. Nitekim tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Üzeyrî'de (Üzeyr bölümünde) geçti. Ba'dehû (daha sonra) Hak bizim taleb ettiğimiz (istediğimiz) hükmü, vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın varlığı) merâtib-i muhtelifesinde (çeşitli mertebelerinde) zuhûr ettikçe (ortaya çıktıkça),  bizim üzerimize verdi. Ve bu sûrette (şekilde) Hak, hâkim (karar veren) ve biz mahkûmûn-aleyh (hakkında karar verilen, mahkum) olduk. Demek ki biz Hakk'a kâbiliyyetimizi verdik ve Hak dahi bize o kabiliyyetimize göre vücûd (varlık) verdi. Ve bu sûrette (şekilde) de emr-i İlâhî " (Hakk’ın emri) vermek" ve "almak" kısımlarına    maksûm (taksim edilmiş) oldu. Ve dikkât olunursa görülür ki, insanın gerek nefsine ve       gerek âfâka (dış âleme) ,  ya'nî muhîtine (etrafına) nisbeti (münasebeti) dahi böyledir. Meselâ bâtını (içi, ruhu) müteellim olursa (elem, acı çekerse),  ta'bîr-i dîğerle, (başka bir ifade ile) dimâğı (beyni) nâhoş (hoş olmayan) efkâr (düşünceler) ile meşbû' (dolu) olursa, zâhiri (dış görünüşü) olan cismi (bedeni) zaîf (zayıf) olur; iştahı kesilir; yemesinde içmesinde lezzet bulamaz. Ve bu hâl devâm ederse helâk (ölür, mahv) olur. Ve kezâ (böylece) hakkında kelimât-ı tayyibe (hoşa giden güzel sözler) isti'mâl ettiği (kullandığı) kimseden bu gibi sözler işitir ve şetmine (sövmesine) şetm (sövmek) ile mukâbele (karşılık) görür. Ve kıs-alâ-hâzâ  (bunlarla kıyasla).

Mesnevî:
Tercüme: "Bu cihan (kâinat) bir dağdır ve bizim fiilimiz de nidâdır (bağırma, seslenmedir); nidâlara (seslenişlere) bizim cânımız sadâ (yankı) getirir.

Diğer:
Tercüme: "Bu cihan (dünya, evren) dağdır ve senin güft ü gûn (dedikodun) sadâ (yankı) gibidir. Ba'dehû (daha sonra) senin tarafına gelir.”

İmdi bizi ihyâ ettiği hînde benim kalbimi bilen onu ihyâ etti (24).

Ya'nî benim kalbim ve bâtınım (ruhum) ki, Rabb-i hâssım (has Rabbim (tasarrufu altında bulunduğum İlahi isim) ) olan ismin sûreti bulunan hakîkatim ve ayn-ı sâbitemdir (ilmi suretimdir) ve insân-ı kâmil olduğum cihetle (bakımından) benim Rabb-i hâssım (has Rabbim (tasarrufu altında bulunduğum isim) “Allah” ism-i câmi'idir (bütün isimleri kendinde toplayan Allah ismidir). Ve tecellî-i akdesiyle (Zat’ından Zat’ına olan tecellisiyle) ilminde benim hakîkatimi peydâ kılan (meydana çıkaran) vücûd-i mutlak (kayıtsız, sınırsız vücut sahibi) bu hakîkatimin (ilmi suretimin) isti'dâdını bilir ve bu isti'dâdımda cem'iyyet-i esmâiyyesi sûretini (cem olmuş, toplanmış bütün esmasının suretini) müşâhede eder (seyreder).  Ve ................................ hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince) semâvât (göklere) ve arza (yere) sığmayan Hak, benim kalbime sığar. işte o vücûd-i hakîkî ........................... (Hicr, 15/29) âyet-i kerîmesi muktezâsınca (gereğince) benim sûretimi tesviye edip (düzeltip, son şeklini verip) nefh-i rûh (ruh üflemek) ile beni ihyâ ettiği hînde (dirilttiği zamanda), bende bilkuvve (zuhuru  mümkün potansiyel güç (düşünce ve kabiliyet) olan Hakk'ı cem'iyyet-i esmâiyyesi (bütün esmasının toplamı, cem edilmiş) suretiyle (şekliyle)  ihyâ (diriltir) ve ızhâr eder (ortaya çıkarır). Zîrâ (çünkü) vücûd-i mutlak-ı Hak (mutlak vücut sahibi olan Hakk), ancak insân-ı kâmilin sûretiyle zuhûru indinde (ortaya çıkışı sırasında) ma'rûf (bilinir) ve meşhûd olur (görünür).  Ve mertebe-i insân-ı kâmil (insanı kamil mertebesi) , Fass-ı Âdemî'de (Âdem bölümünde) tafsîl olunduğu (geniş olarak anlatıldığı) üzere, vücûd-i mutlakın (mutlak Zat’ın) altıncı mertebe-i tenezzülüdür (indiği altıncı mertebedir). Ve insân-ı kâmil mertebesine tenezzül (iniş) irâde-i azhariyyete (en çok, en mükemmel açığa çıkma isteğine)  müsteniddir (dayanır). Zîrâ (çünkü) latîf (en şeffaf, nur),  eksef (en koyu, madde) olmadıkça kemâli (tam olarak, tamlığı, mükemmelliği) ile zâhir olmaz. (açığa çıkmaz, görünmez)

Ve biz O'nda ekvân ve a'yân ve ezmân idik (25).

Ya'nî biz Hakk-ı mutlakın (mutlak Zat’ın) tecellî-i akdesinden (Zat’ından Zat’ına olan tecellisinden) mukaddem (önce) O'nun vücûdunda ekvân (kevnler, âlemler) ve a'yân (ilmi suretler) ve ezmân (anlar, zamanlar) idik. Çünkü bizim ve cemî'-i mevcûdâtın (bütün varlıkların) suveri (suretleri), onun şuûnât-ı Zâtiyyesinin (Zatının işlerinin, fiillerinin) sûretleridir. Ve onların îcâdından (yaratılmasından) mukaddem (önce), cümlesi (bütün hepsi) onun zâtında, onun ekvân-ı ezeliyyesi (ezeli varlıkları) idi. Ve cümlemiz (hepimiz) O'nun vücûdunun aynı idik. Zîrâ (çünkü) o vücûd-i mutlak (sınırsız, kayıtsız vücut) vitr (yalnız, tek) idi. Ve mertebe-i şef’iyyete (çift olma  mertebesine) tenezzül etmemiş (inmemiş) olduğundan ikilik i'tibârı (değeri) mevcûd değil idi. Ve zuhûr (görünmek)  ve butûn (gizli kalmak) şey'-i vâhid (tek şey) idi. Binâenaleyh (nitekim) ezel-i âzâlde (ezellerin ezelinde (zat mertebesinde) Hakk-ı mutlak (mutlak Zat) var idi ve biz yok idik. Nitekim buyrulur: .................................. Yâ'nî "Allah Teâlâ var idi ve onunla berâber bir şey mevcûd değil idi". Ve zâhir (görünen) ve bâtının (görünmeyenin) aynı olan Hakk-ı mutlak, (mutlak Zat) ekvân-ı zâhireyi (aşıkâr olmuş âlemleri, varlıkları) ve a'yân-ı sâbiteyi (ilmi suretleri) ve cemî'-i dühûr ve ezmânı (bütün zamanları anları) muhît (ihata eden, kuşatan) idi. Ve bunların cümlesi (bütün hepsi) onun vücûdunda mücmel (öz, hulâsa, icmal) olup O, kâffesinin (bütün hepsinin) "ayn"ı (zatı, hakikâti) idi. Böyle olunca bizim a'yânımız (ilmi suretlerimiz) dahi onda mücmel (öz, hulâsa,, icmal) olduğu cihetle (bakımından) biz de o vücûdun aynı idik. Ve biz o vücûdun aynı olunca aramızda temeyyüz (farklılık) olmaması i'tibâriyle, (hususuyla) bi-hasebi'l-ittihâd (bir, birleşik olmamız bakımından), cemî'-i ekvân ve a'yân ve ezmânın (bütün âlemler ve ilmi suretler ve zamanların) aynı idik. Vaktâki (ne vakit ki) meşiyyet-i Zâtiyye (Zat’ın iradesi),  Zât’ta mündemic (indimac eden, bulunan) ve münderic (derc edilmiş, yerleşmiş) olan şuûnâtıyla (işleriyle, fiilleriyle) zuhûra (meydana çıkmaya) taalluk etti, Hakk-ı mutlak (mutlak Zat) merâtibe (mertebelere) tenezzül edip (inip) ekvân (kevnler, alemler) ve a'yân (ilmi suretler) ve ezmân (zamanlar) sûretlerinde müteayyin (meydana çıktı, zahir) oldu ve tertîb (düzen) şefiyyete (çift olmaya) münkalib oldu (dönüştü). Ve bu zuhûr (ortaya çıkma) neticesinde "ben" ve "sen" i'tibârâtı (faraziyeleri, sanışları) zuhûra geldi. Ve bi'n-netîce (sonuç olarak) bizler ekvân (kevnler, âlemler) ve a'yân (ilmi suretler) ve ezmân (zamanlar) sûretlerinde zâhir olduk (açığa çıktık, göründük).  Binâenaleyh (nitekim) bizim ihyâmız (dirilmemiz), bundan evvelki beyitte beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, onun ihyâsı (dirilmesi) oldu. Zirâ (çünkü) onun ism-i Zâhir'i (zahir ismi),  hayât-ı zâhire (hayatın zahir olması) ile hayy (canlı, diri) oldu. Ve bu hayâttan mukaddem (önce) gayb (görünmezlikte) ve bâtın (gizli) idi.

Halbuki bu, bizde dâim değildir. Velâkin ahyânen vâkı' olur (26).

Bu beyt-i şerîf (bu beyt) suâl-i mukaddere (takdir edilmiş soruya) cevaptır. Gûyâ bir sâil (soru soran) çıkıp sorar ki: "İnsân-ı kâmil tecelliyât-ı zâtiyyeye (Zati tecellilere) mazhar (görüntü mahalli) olduğundan zâten (Zat olarak) ve sıfâten (sıfat olarak) vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) müstehlektir (helak olmuştur, yok olmuştur).  Ve vücûd-i Hakkânî (Hakk’ın varlığı) onun vücûd-i abdânîsini (kulluğunun varlığını) setr etmiştir. (örtmüştür) Halbuki bâlâdaki (yukarıdaki) beyitte "Biz onda ekvân (kevnler, âlemler) ve a'yân (ilmi suretler) ve ezmân (zamanlar) idik" buyrulur ve mâzîden (geçmişten) bahs olunur: İnsân-ı kâmil el-ân (şu anda) dahi öyle değil midir? Zîrâ (çünkü) insân-ı kâmile nazaran (göre) Hak vardır, o yoktur.''

Hz. Şeyh (r.a.) işte bu suâle (soruya) cevâben buyururlar ki: Biz insân-ı kâmillerin zâten (zat olarak) ve sıfâten (sıfat olarak) vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) istihlâkimiz (tükenmemiz, yok olmamız) ve hakîkatimizin halkıyyetimiz (yaratılmışlığımız) üzerine galebesi (üstünlüğü),  bizde dâimâ vâkı' olmaz (olagelmez).  Belki ara sıra ve ba'zı vakitlerde vâkı' olur (gerçekleşir).  Nitekim bu hâle işâreten (S.a.v.) Efendimiz buyururlar. ........................... Ya'nî "Benim Allah ile bir vaktim vardır ki, o vakte ve hâle Allâh'ın gayri (başkası) sığmaz." Eğer insân-ı kâmilin Hak'ta istihlâkı' (tükenmesi, yok olması) devâm etse, emr-i zuhûr ve ızhâr (meydana çıkma ve çıkarma hususu) muattal (terk edilir, tatilde) kalır idi. Binâenaleyh (nitekim) kümmel-i ehlullah (büyük veliler) nüfûs-i beşeriyyeyi (insanları, beşer nefisleri) ikmâl (kemale erdirmek) ve tekmîl (tamamlamak) için, ahyânen (ara sıra, vakit vakit) kendilerine vâkı' olan (olagelen) mahvden (yokluk halinden, fena halinden) sahva (şuurlu, uyanık hale) gelerek sıfât-ı beşeriyyeye (beşer sıfatlarına) tenezzül ederler (inerler). Hâl-i istihlâkte (bitmişlik, tükenmişlik halinde) :  “Men reânî fekad rea'l-Hakka” (beni gören Hakk’ı görmüştür) ve “Ene'l-Hak” (ben Hakk’ım) ve “Leyse fî cübbetî sivallah” (cübbemin içinde Allah’ın gayrı yoktur) ve “Sübhânî mâ a'zame şânî” (ben kendimi tesbih ederim, benim şanım ne yücedir) ve emsâli (benzer) kelimât-ı kudsiyyet-âyâtı (ayetler gibi kudsiyet taşıyan kelimeler) söylerler. Ve sahve (uyanıklık haline) geldiklerinde ............................. (Fussılet, 41/6) ve “Ene'l-abdü'z-zelîl” (ben zelil (hor, hakir, alçak)  kulum) derler.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-05.04.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail