157. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

İmdi, mevcûdâtın kâffesi, bitip tükenmeyen, Allâh'ın kelimeleridir. Zîrâ onlar, "Kün!"dendir. Ve "Kün!" Allâh'ın kelimesidir. Böyle olunca, üzerinde bulunduğu şey hasebiyle, acabâ kelime ona nisbet olunur mu? Bu takdirce onun mâhiyyeti bilinmez. Yâhut hüviyyet-i Hak Teâlâ "Kün!" diyen bir sûrete mi nüzûl eder? Bu takdirce ona nüzûl edip onda zâhir olduğu o sûret için, "Kün!" kavli hakîkat olur. Binâenaleyh, âriflerin ba'zısı bir tarafa ve ba'zıları diğer tarafa gider. Ba'zıları da emirde hayrete düşer ve bilmez. Ve işte bu, ancak zevk ile bilinmek mümkin olan bir mes'eledir.  Nitekim Ebâ Yezîd öldürdüğü karıncaya nefh ettiği hînde dirildi. Binâenaleyh, bunun indinde kiminle nefh ettiğini bildi, nefh etti. Şu halde İseviyyü'l-meşhed idi. İhyâ-yı ma'nevîye gelince, ilim iledir. Bu hayât, hayât-ı İlahiyye-i zâtiyye-i ilmiyye-i nûriyyedir ki, onun hakkında Hak Teâlâ buyurdu: ............................... (En'âm, 6/122) İmdi mürde olan bir nefsi, ilm-i billâha müteallık olan bir mes'ele-i hâssada, hayât-ı ilmiyye ile ihyâ eden her bir kimse; onunla diriltir; ve ona bir nûr olur ki, onunla nâs içinde, ya'ni sûrette kendi şekilleri arasında yürür (15).

Ya'nî Îsâ (a.s.), tarz-ı tekevvünü, (meydana geliş şekli, oluşma biçimini) sûret-i beşeriyyesi (beşer görünüşü) ve ihyâ-yı mevtâ eylemesi (ölüyü diriltmesi) ve âlem-i zâhirden (dünyadan) âlem-i bâtına (ahirete) intikâli i'tibâriyle (geçmesi bakımından) sâir mevcûdattan (diğer varlıklardan) mümtâz (ayrılmış) olmakla berâber, "Kelimetullâh" (Allah’ın kelimesi) ise de, "kelimetullah" (Allah’ın kelimesi) olmak husûsunda, zevk-ı Muhammedî üzere sâir mevcûdât (diğer varlıklar) ile berâberdir. Zîrâ (çünkü) mevcûdâtın kâffesi (mevcut varlıkların hepsi) Allâh'ın kelimeleridir ki, aslâ bitmek ve tükenmek bilmez. Çünkü o mevcûdâttan her birisi "Kün!" (ol) emrinden zâhir olmuştur (açığa çıkmıştır).  "Kûn!" (ol)  ise Allâh'ın kelimeleridir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: ......................................... (Kehf, 18/ 109) Ya'nî "Yâ Habibim de ki, eğer küre-i arz-ı muhît olan (dünya yüzünü kaplayan) bahr (deniz), Rabb'imin kelimâtını (kelimelerini) tahrîr (yazmak) için mürekkeb  olsa Rabb'imin kelimâtı (kelimeleri) hitâm bulmazdan mukaddem (bitmeden önce) deryâ (deniz) tükenir idi. Ve eğer onun mislini (katlarını) getire idik yine böyle olur idi:"

Ma'lûm olsun ki, "Kün!"  (ol) emri "kâf"  ile "nûn"dan  mûrekkeb  (bileşik) lafzı Arabîdir (Arapça sözdür).  Âlemde (dünyada) bu kadar muhtelif lisan (çeşitli diller) mevcûd olduğu halde, Hak        Teâlâ îcâdını (yaratmayı) murâd ettiği şeye "Kün!" kavl-i Arabîsi (Arapça (ol) kelimesi) ile mi hitâb eder ve bu kavli (sözü) nasıl tekellüm eyler (konuşur)? Nitekim, âyet-i kerîmede  buyrulur:        ...................... (Nahl; 16/40)  Ya'nî "Biz bir şeyi irâde ettiğimiz (dilediğimiz) vakit, o şeye bizim kavlimiz (sözümüz) "Kün!" (ol) dememizdir. Bu takdirce (irade gereği) o, olur." İmdi kelâm (söz), hayat ve ilim ve sem' (işitme) gibi sıfât-ı İlahiyyeden (Allah’ın sıfatlarından) bir sıfattır. Zât-ı İlahiyye (İlahi zat,Allah) bir şeyin îcâdına (yaratılmasına, meydana getirilmesine) teveccüh ettikde (yöneldiğinde) zâtında bilkuvve (potansiyel güç, kuvve olarak) mündemic olan (bulunan) o şeyin mevcûd olmasını emreder. Bu ise  zâtın sıfat-ı kelâm (kelam sıfatı) ile, kendi zâtına tecellîsinden (görünmesinden, belirmesinden) başka bir şey değildir. Binâenaleyh (nitekim), bu emir, bî-harf ü savt (harfsiz ve sessiz) bir kelâm-ı nefsîden (kendi kendine, içinden söylenen, zata mahsus kelamdan, sözden) ibârettir ki, âlem-i elfâzda (dünya dillerinde) Arabîsi (Arapçası) "Kün!" (ol) kelimesi olduğu gibi, elsine-i sâirede (diğer dillerde) de bu ma'nâya mevzû' (mana yerine konmuş) birtakım kelimâttır (kelimelerdir).  Kelâm-ı nefsî-i İlahi (İlahi Zat’a mahsus söz) harf ve savt (ses) kisvesine (görünüşüne, suretine) bürünerek âlem-i taayyüne (dünyaya),  elfâz-ı Arabiyye (Arap dili) ile şeref-vürûd ettiğinden, (geldiğinden) bu ma'nâyı tefhîm (anlatmak) için "Kün! (ol) " kavli (sözü) isti'mâl buyrulmuştur (kullanılmıştır).  Bu kelâm-ı nefsî (kendine, Zat’a mahsus, içinden söylenen söz) sudûr edince (çıkınca) o şey, lemh-ı basarda, (bir anda, göz açıp kapama anında) ilm-i ilahîde (Allah’ın ilminde) peydâ olur (bir anda meydana çıkar).  Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulmuştur: ........................ (Kamer, 54/50) İmdi insan, her dakîka kendi nefsinde vâkı' olan (olagelen) hâle dikkat ederse, bunun ne gibi bir şey olduğunu zevkan (manevi zevkle) bilir. Zîrâ (çünkü) ..................... buyrulmuştur. Ve kezâ (böylece) .......................... hadîs-i şerîfinde bu hakîkate de işâret vardır:

Misâl: Kendisinde hattatlık (güzel yazı yazma sanatı) ve ressamlık sıfatları bulunan bir kimse ferd ü tenhâ (yalnız, tek başına) bulunduğu halde (durumda), bilfarz (diyelim ki) hattatlık (yazı yazma) sıfatının hâricde zuhûru (dışarıda açığa çıkmasını) taleb etmesi (istemesi) üzerine, o kimse bu sıfatın talebini is'âfen (yerine getirerek) bir levha tahrîr ederek (çizerek),  bu sıfatın eserini hâricde (dışarıda) görmek murâd etse, evvelâ o yazacağı levha sûretinin (şeklinin) ilminde ve zihninde husûlüne (hasıl olmasına, çıkmasına) teveccüh eder (yönelir).  Ve bu teveccühü (yönelişi) müteâkıb (ardından) göz açıp kapayıncaya kadar ve belki daha az bir zamanda, hattâtın (yazanın, çizenin) ilminde ve hayâlinde, levhanın sûreti (şekli, biçimi) müntakış (nakş olunmuş) olur. İşte hattâtın bu sıfatının zuhûr-i eserine (eserinin meydana çıkışına) teveccühü (yönelişi) bî-harf ü savt (harfsiz ve sessiz) "Kün! " (ol) emridir. Ve bu emir, kelâm-ı nefsîdir (kendi içinde, zatında  söylenmiş olan bir sözdür) ki, biz buna "kendi kendine içinden söylemek'' deriz. Harf ve savt (ses) ile ızhâr ettiğimiz (açığa çıkardığımız) kelâm (sözler), bu içimizden söylediğimiz kelâmın (sözlerin) aksidir (yansımasıdır). Zâtımızda mündemic olan (bulunan) sıfat-ı kelâmın (kelam sıfatının) ızhârına (meydana çıkmasına) teveccüh ettiğimiz (yöneldiğimiz) vakit, ilmimizde peydâ olan maânî (manalar) o kadar sür'atle tekevvün eder (oluşur) ki, iki ma'nâ arasını zamânen (zaman olarak) tefrîk (ayırmak) kabil (mümkün) olmaz. Âlem-i elfâzda (dünyadaki dillerde) bu emrin (işin) Arabîsi (Arapçası) “Kün!” (ol) kelimesi olduğu gibi, elsine-i sâirede (diğer dillerde) de bu ma'nâya mevzû' (mana yerine konulmuş) birtakım kelimâttır (kelimelerdir).  Kelâm-ı nefsî-i İlahi (İlahi Zat’ın kelimeleri), harf ve savt (söz) kisvesine (görünüşüne, suretine) bürünerek, âlem-i taayyünde (dünya âleminde) hâtem-i enbiyâ (son Nebi, Peygamberimiz) (s.a.v.) Efendimiz'e elfâz-ı Arabiyye (Arapça söz) ile gelmiş olduğundan, bu ma'nâyı tefhîm (anlatmak) için "Kün!" kavli (sözü) isti'mâl buyrulmuştur. (kullanılmıştır) İmdi hattât, (yazıyı yazan kişi) kendi emr etti (emir verdi),  kendi dinledi. Ve emri müteâkıb (ardı sıra) hemen levhanın sûreti (şekli) ilminde müntakış (nakşedilmiş) olmakla, kendi zâtıyla, kendi Zâtında, kendi Zâtına tecellî etmiş (belirmiş, görünmüş) oldu. Ve evvelce hattatlık ve ressamlık sıfat-ı müttehid (sıfatları birleşik, bir iken) ve Zâtının aynı iken, bu tecellî (belirme) netîcesinde hattatlık sıfatı ressamlık sıfatından mütemeyyiz oldu (ayrıldı). Ve ilminde peydâ olan (açığa çıkan) o levhanın sûreti (şekli) bu sıfatına âyîne (ayna) oldu. Ve hattât (ressam) mukaddemâ (önceden) kendisinin bu sıfatını ilm-i icmâli (öz, özet biliş) ile bilir iken, şimdi ilm-i tafsîlî (geniş, teferruatlı biliş) ile bilmeğe başladı. Evvelce bilir idi, bu defa gördü. Ve bu görme netîcesinde ilm-i tafsîlî (geniş, etraflı ilim) peydâ oldu (meydana çıktı).  Fakat, bunların cümlesi (hepsi) o kimsenin zâtının hâricinde (dışında) vâkı olmadı (gerçekleşmedi). Binâenaleyh (nitekim) o kimse, kendi kendini müşâhede etti (gördü, bildi, seyretti).

Tekvîn (vücuda getirme, yaratma) hakkındaki tafsîlât (detaylar) ve îzâhât (geniş açıklama) Fass-ı Sâlihî'de (Salih bölümünde) murûr ettiğinden (geçtiğinden) bu bahsin mütâlaasında (konunun okunmasında) o îzâhâtın (açıklananların) dahi teemmülü (iyice düşünülmesi) lâzım gelir.

İmdi Hakk'ın, üzerinde bulunduğu ıtlâk (hür oluş, kayıtsızlık) ve ahadiyyet (salt tekliği) hasebiyle bu  "Kün!" (ol) kelimesi ona nisbet (bağıntılı, ait) olunur mu; ya'nî hiçbir sıfat ile men’ût      (sıfatlanmış) ve hiçbir isim ile mevsûm (isimlenmiş) olmayan zât-ı bahta  (Zat mertebesinde) "Kün!" kelimesi nis­bet (bağıntılı, ait) olunur mu, yoksa olunmaz mı? Evet, olunur. Velâkin (fakat) bu sûrette (şekilde)    "Kün!" (ol) kelimesinin mâhiyyeti (iç yüzü, özü) idrâk olunmaz. Çünkü Hakk'ın Kelâm'ı, zâtının aynıdır. Ve zât-ı bahtin (Zat mertebesinin) hakîkatini ve künhünü (esasını, özünü) bilmek ve idrâk    etmek, efrâd-ı beşerden (insan fertlerinden) hiçbir ferd (kişi) için mümkin değildir. Bu mertebe         de kelâm (söz) ve mütekellim (söyleyen) Zât-ı ahadiyyedir (Ahad olan Zat’tır) .  Binâenaleyh (nitekim) ona nisbet (bağıntılı) olunan “Kün!” (ol) kelimesi, hakîkati üzere mutlak (kayıtsız) olduğu halde terk olunur. Bu hususta tefekkür (düşünmek) ve kıyl ü kâl (konuşmak, dedikodusunu yapmak) aslâ câiz (doğru) değildir. Çünkü Zât-ı mutlakın (mutlak Zat’ın) letâfeti indinde (inceliği, şeffaflığı yanında), ecsâma (cisimlere) nazaran (göre) latîf (ince, şeffaf) olan fıkir, kesîftir (yoğundur, koyudur).  Ve kesîfin  (koyu olanın) hâl-i kesâfetle (koyu, yoğun haliyle) latîfe (inceye, şeffafa) yolu yoktur. Meğer ki terk-i kesâfet edip (kesafetliği terk edip) latîfin (şeffafın) aynı ola. Bu sûrette (şekilde) de ilim (bilgi), âlim (bilen) ve ma'lûm (bilinen) şey'-i vâhid (tek şey, tek hakikat) olur.

Yâhut hüviyyet-i Hak Teâlâ (Hakk’ın Zat’ı) ,  "Kün!" (ol) diyen bir sûrete mi nüzûl eder (iner)? Evet, bâlâda (yukarıda) zikr olunan (anlatılan) i'tibâr (husus) câiz (doğru) olduğu gibi, bu i'tibâr (husus) dahi câiz olur (doğrudur).  Bu i'tibâra (hususa) göre, Hakk'ın nüzûl edip (inip) zâhir olduğu (göründüğü) sûret için "Kün!" (ol) kelimesi hakîkat olur. Zîra (çünkü) suver-i ekvândan (dünya suretlerinden) herhangi bir sûret olursa olsun Hakk-ı mutlakın (kayıtsız, sınırsız Hakk’ın) esmâdan bir isim hasebiyle taayyününden (belirmesinden, meydana çıkışından) ibârettir. Binâenaleyh (nitekim), o sûretten sâdır olan (çıkan) "Kün!" (ol) kavli (sözü), o sûretin hakîkati olur ve o sûretten "Kün! (ol) " kavlini (sözünü) kâil olan (söyleyen) Hak olur. Zîrâ (çünkü) kelâm (söz),  sıfât-ı Hak'tan (Hakk’ın sıfatlarından) bir sıfat ve bir mefhûm-i küllidir (tamlık, bütünlük kavramıdır). Mezâhir-i kesîrede (çokluk görüntü yerlerinde, birimlerde) merâtib-i muhtelife (çeşitli mertebeler) ile zuhûru (meydana çıkışı) bu mefhûm-i küllînin (mananın kavram bütünlüğünün) vahdetine (tekliğine) zarar vermez.  Nitekim güneşin ziyâsı (ışığı) muhtelif pencerelerden odaya aks etmiş (yansımış) olsa güneşin taaddüdüne (çoğaldığına) hükm olunamaz (karar verilemez) ve güneş cüz'iyyâta (kısımlara) inkısâm etti (ayrıldı, parçalandı) denilemez. Binâenaleyh (nitekim) hakîkat-i kelâm (sözün hakikati) bir olduğu gibi, hakîkat-i vücûd (vücudun hakikati) dahi birdir. Şu halde vücûd-i mutlak-ı Hak (sınırsız, kayıtsız tek vücut olan Hakk) ,  ism-i Zâhir'i hasebiyle (zahir esması bakımından) suver-i ekvândan (dünya suretlerinden) bir sûretle müteayyin olup (belirip, görünüp) da bu sûretten "Kün!"  (ol) kavli (sözü) sâdır olsa, (çıksa) hakîkatte bu kavlin kaili (sözü söyleyen) Hak olur.

İmdi mâdemki bu iki i'tibâr (husus) mevcûddur, âriflerden ba'zısı evvelki i'tibâr (husus) cânibine (tarafına) ve ba'zıları da ikinci i'tibâr (husus) tarafına giderler; ve ba'zıları dahi her iki i'tibâra (hususa) bakıp hangisiyle hükmedeceğini (karar kılacağını) bilmez, hayrete düşer. Velâkin bu hayret, (S.a.v.) Efendimiz'in bize ........................ kavli şerîfiyle ta'lîm buyurduğu (öğrettiği) hayret-i mahmûdedir (beğenilen, takdir edilen hayrettir).  Zîrâ (çünkü) bu hayret ba'de'l irfân (bilgi, idrak sahibi olduktan sonra) olan hayrettir. Binâenaleyh (nitekim) ekâbir-i Evliyâ (büyük Veliler) için olan hayret-i kübrâdır (en büyük hayrettir). Velâkin (fakat) zevk-ı Muhammedî üzere kendilerine irfân (bilgi, ilim) ihsân olunan (bahşedilen) zevât (kişiler) için bu husûsta hayret yoktur. Zîrâ (çünkü) bu zevât (kişiler) ............................ ya'nî "Allah Teâlâ var idi; O'nunla berâber eşyâdan (varlıklardan) bir şey yok idi; ve el-ân (şu anda) dahi öyledir" kavli münîfi (kıymetli, meşhur söz) mûcibince (gereğince) vücûd-i Hak'tan (Hakk’ın vücudundan) başka bir mevcûd olmadığını ve bu i'tibârâtın (faraziyelerin, var sanılan şeylerin) ancak vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak vücut sahibi Hakk’ın) merâtibine taallukunu (mertebeleri ile olan ilişkisini, münasebetini) bildikleri için, her iki emrin (hususun) her bir  aynda (Zat’ta) mütehakkık olduğuna (tahakkuk ettiğine, gerçekleştiğine) hükmederler.

Ve "Kün!" (ol) emrinin Zât-ı mutlaka (salt, kayıtsız, sınırsız Zat’a) veyâhut Zât-ı mutlakın (mutlak Zat’ın) nüzûl ettiği (indiği) sûrete nisbeti (ilişkisi, bağıntısı),  bir mes'eledir ki, ancak zevk ile bilinebilir. Bunu ilm ile anlamak kâbil (mümkün) değildir. Meselâ ınnîn (iktidarsız) bir kimseye cimâ'ın (çiftleşmenin) lezzeti ne kadar ta'rîf olunsa, (anlatılsa)  onda hâsıl olan (oluşan) zevk-ı tasavvurî, (düşüncesinde, zihninde kurarak tattığı zevki) bu lezzeti   kendi nefsinde (zatında, kendinde) bulan kimsede hâsıl olan (oluşan) zevk-ı hâliye (zevkin durumuna) benzemez. Nitekim Bâyezid Bistâmî (r.a.) öldürdüğü bir karıncaya nefh ettiği (nefesini üflediği) vakit, dirildi ve onda eser-i hayât (canlanma) zâhir oldu (görüldü).  Hz. Bâyezîd, nefh (nefes verme) esnâsında öyle bir tecellîye mazhar (oluşumun göründüğü mahall) olmuş ki, kendinin kendiliği mürtefi' olmuş (kalkmış) ve vücûd-i izâfîsinin (nisbi göreli vücudun) Kayyûm'u (varlığını ayakta tutan)  olan Hakk'ın sıfâtı icrâ-yı hükm (hükmü yerine getirme, hükmü icra) etmekte bulunmuş idi. Nitekim, hadîs-i kudsîde insân-ı kâmile hitâben (konuşarak) buyrulur:  Ya'nî "Halka benim sıfâtım ile zâhir ol (görün)!  Seni gören, beni görür ve seni seven, beni sever ilh..'" Karıncaya bu halde iken nefh etti; (üfledi) ve hîn-i nefhde (nefes verme anında) kiminle nefh ettiğini (üflediğini) bildi. Binâenaleyh (nitekim) emr-i ihyâya (diriltme hususuna) taalluk eden (alakalı, ilişkili olan) "Kün!" (ol) kavlinin (sözünün) Zât-ı mutlaka mı (mutlak Zat’a mı, Allah’a mı) , yoksa Hakk'ın kendi sûretine nüzûl etmesi (inmesi) hasebiyle bu sûrete (vücuda, bedene) mi  nisbet (bağıntılı, ilişkili) olunacağını, zevkan (manevi zevkle) ârif oldu (bildi).  Böyle olunca Hz. Bâyezîd hîn-i nefhinde (nefesini üfleme sırasında) İseviyyü'l-meşhed (şuhudu İsevi (İsa a.s.’ın görüşünde, makamında) idi. Ya'nî ihyâ-yı hissîde (dünyada diriltmede, ölmüş bedene can vermede) Îsâ (a.s.)’ın zevk-ı müşâhedesine (görüş zevkine, makamına) nâil olmuş (ermiş) idi.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), buraya kadar ihyâ-yı hissîyi (zahirde hissedilen diriltmeyi (bedenin diriltilmesini) beyan buyurdu (açıkladı).Bundan sonra da ihyâ-yı ma'nevînin (manevi diriltmenin, ruhun diriltilmesinin) îzâhına (açıklamasına) şurû' edip (başlayıp) buyururlar ki: İhyâ-yı ma'nevî (manevi diriltme) ilim ile olur. Ve ilim ile hâsıl olan (oluşan) bu hayât-ı mânevî (manevi hayat, canlılık),  İlahi, zâtî, ilmî ve nûrî olan hayattır ki, onun hakkında Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de böyle buyurur: ................................ (En'âm, 6/122) ya'nî "O kimse ölü müdür ki biz onu ihyâ ettik; (dirilttik) ve  onun için bir nûr kıldık ki o nûr ile nâs (insanlar, halk) arasında yürür." Bu âyet-i kerîmenin tefsîren ma'nâ-yı münîfi (yüce manası bakımından izahı) şudur: "O kimse cehil (cahillik, bilgisizlik) ile ölü müdür ki, biz onu hayât-ı ilmiyye (ilim hayatı) ile ihyâ ettik (dirilttik).  Ve onun için bir nur kıldık ki, o nûr-i ilimdir (ilmin nurudur). Bu nûr-i ilim (ilim nuru) ile nâs (insanlar) içinde yürür; ve onların isti'dâdlarında olan ahvâli (halleri, oluşları) o nûr vâsıtasıyla idrâk eder."

Şeyh-i Ekber (şeyhlerin en büyüğü) ve burhân-ı azhar (en açık delil) efendimiz hazretleri bu ibârede (cümlede) hayât-ı ma'neviyyeyi (manevi hayatı) dört vasıf (nitelik, özellik) ile tavsîf buyurdular (vasıflandırdılar).  "İlahiyyet" ile tavsîf buyurmalarının (vasıflandırmalarının) sebebi budur ki: Sıfat-ı hayât (hayat sıfatı) müstekıllen (özel, hususi olarak) İlahiyyete taalluk eden (alakalı olan) bir mefhûm-i küllîdir; (tam, bir bütünlük kavramıdır) ve mezâhir-i kesîrede (çokluk görüntülerinde (birimlerde), onların isti'dâdât-ı muhtelifesiyle (çeşitli istidatlarıyle) zâhir olur (açığa çıkar) .  Ve suver-i mezâhir (görüntü yeri olan suretler) ise, vücûd-ı vâhid-i hakîkinin (tek gerçek vücudun) bi-hasebi'l-esmâ tecelliyât-ı dâimesinden (sayısız hesapsız esmanın kesintisiz, devamlı olarak belirmelerinden, görünmelerinden) ibarettir. Ve bu tecellînin (belirmelerin) nihâyeti (sonu) yoktur ki; işte müşâhedenin (görüşün) nihâyeti  (sonu) burasıdır, denilip tevakkuf olunabilsin (durulabilsin).  Bu sebeble ârifler, hayrete düşerler. Demek ki emr-i vücûd, hayrettir. Halbuki hayret, adem-i tevakkuf (durmanın olmaması) sebebiyle olmaktadır. Binâenaleyh (nitekim) hayret, kalak (iç sıkıntısı, gönül darlığı) ve harekettir. Ve mütehayyir olan (hayrette kalan, şaşıran) kimse muztaribdir (sıkıntılıdır, rahatsızdır),  çırpınır durur. Hareket olan yerde ise hayât vardır. Ve mâdemki hâreket hayâtı müstelzimdir (gerektirir);  öyle ise müteharrik (hareketli) için mevt (ölüm) yoktur. İşte bu hakîkate işâreten hadîs-i şerifte: ..........................

Ya'nî "İlim ile diri olan kimse ebeden (asla) ölmez" buyrulmuştur. Ve hayret, yâhut hayât, vücûd ve varlıktır. Vücûd ise birdir, o da vücûdullahdır (Allah’ın vücududur).  Binâenaleyh (nitekim) hayât-ı ma'neviyye, (manevi hayat) hayât-ı İlahiyyedir (İlahi hayattır).

Ve "zâtiyye" ile tavsîf buyrulmasının (vasıflandırılmasının) sebebi de budur ki; "ilim" ile "hayât" sıfât-ı zâtiyye İlahiyyedendir (Hakk’ın zatına ait sıfatlardandır) . Ve "Hayy" ve "Alîm" esmâ-i Zâtiyyedendir (Zatın isimlerindendir). Ve bu sıfatlar, zât-ı sırf (mutlak Zat) mertebesinde Zât!ın aynıdır.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.03.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail