153. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Ma' lûm olsun ki, veled-i cemîl ve sâlih husûlünü (çocuğunun iyi ve güzel olmasını) murâd eden zevc (erkek) ve zevce (kadın) hîn-i mukârenette (birleşme sırasında) zâhiren (görünüşte) ve bâtınen (maneviyatta) âdâb-ı cimâ'a (cinsi münasebet usullerine) be-gâyet (gayet fazla) riâyetkâr olmak (saygılı olması, gözetmesi) lâzımdır. Zîrâ (çünkü) hîn-i inzâlde (boşalma anında) zevc (erkek) ve zevcenin (kadının) muhayyilelerinde (hayallerinde, düşüncelerinde) zâhir olan (açığa çıkan) ahvâl (oluşların, hallerin) ve suverin (suretlerin) veled (çoçuk) üzerinde te'sîr-i azîmi (büyük etkisi) vardır. Hattâ nakl olunur ki, bir kadın, beşeresi (derisi) yılan beşeresine (derisine) müşâbih (benzer) olarak sûret-i beşerde (insan suretinde) bir çocuk doğurmuş. Sebebi tefahhus olundukda (iyice incelediklerinde, araştırdıklarında) hîn-i cimâ'da (cima anında) gözünün bir yılana iliştiğini beyân etmiştir (açıklamıştır).  Ve kezâ, bilfarz (diyelim ki) bir Müslime (Müslüman bir kadın) zevciyle (kocasıyla) hîn-i mücâmaada (cinsi münasebet sırasında),  meyl-i kalbîsi olan (kalbinin meylettiği) bir Müslim ve gayr-i Müslim (Müslüman ve Müslüman olmayan) erkeğin kendisine cimâ'  ettiğini tahayyül etmek (hayal etmek) sûretiyle mütelezziz olsa (hoşlansa) veyâhut bir zevc (koca) zevcesine (karısına) cimâ' ederken kezâ (böylece) kendinin / meyl-i kalbîsi bulunan (kalbinin meylettiği) Müslim ve gayr-i Müslim (Müslüman veya Müslüman olmayan) bir fâhişeyi vaty eylediğini (çiftleştiğini) farz (sanıp) ve tahayyül eylese  (hayal etse, düşünse) ve tarafeynin (iki tarafın) bu gibi farz (sanmaları) ve tahayyülleri  (düşünmeleri) esnâsında inzâl (boşalma) vâkı' olup (gerçekleşip) zevce (kadın) hâmile olsa, çocukta o suver-i mütehayyilenin (hayal ettiği, düşündüğü o suretin) ahlâk ve ef’âli (fiilleri) zâhir olur (görülür). İşte bunun içindir ki, sâlih (iyi, güzel) ebeveynden (anne babadan), kâfir ve fâcir (fena huylu) ve fâsık (günah işleyen) ve kâfir, fâcir (kötü huylu) ve fâsık (günahkâr) ebeveynden (anne babadan) dahi Mü'min (Müslüman) ve sâlih (iyi, güzel huylu) evlâd çıkmaktadır. Ve işte bunun içindir ki, veled-i zinâ (zina çocuğu) cennet-i kalbe (manevi cennete, kalb cennetine, ruh cennetine) dâhil olmaz (girmez, katılmaz), derler. Zîrâ (çünkü) ebeveyin yekdîğerine (birbirlerine) mukâreneti (birleşmesi) edeb ve salâh (iyilik, rahatlık) üzerine değildir. Âdâb-ı cimâ` (cima kaideleri, usulleri) İbrâhim Hakkı (k.s.) hazretlerinin Ma'rifetnâme'sinde tafsîl (geniş olarak açıklanmış) ve beyân olunmuştur (anlatılmıştır). Hayru'l-halef tekvînini (hayırlı evlad olmasını) murâd edenler oraya mürâcaatla istifâde edebilirler. Ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu hakîkati, Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yüz seksen sekizinci bâbında (bölümünde) böylece beyan buyururlar (anlatırlar):

Ya'nî "İnde'l-cimâ (cinsi temas anında) kadın bir sûrete nazar ettikde (baktığında) veyâhut inde'l-vikâ ve'l-inzâl (cinsi birleşme ve boşalma sırasında) erkek  bir sûreti tahayyül ettikde (hayal ettiğinde, düşündüğünde),  çocuk tahayyül olunan (hayal edilen, düşünülen) sûretin hulku (tabiatı, huyu) üzerine olur. Bunun için hükemâ  (âlimler),  inde'l-cimâ' (cima anında) erkek ile kadın, o sûrete nazar etmek (bakmak) üzere, emâkinde (mevkilerde) ekâbir-i hükemâdan (büyük âlimlerden) fuzalânın (faziletli kişilerin) sûretlerini tasvîr (hayal etmek, şekillendirmek) ile emrederler. Zîrâ (çünkü) hayâlde muntabi' (resmedilmiş) olan şey, tabîatta te'sîr (etki) eder. İmdi o sûret üzerine olan bu kuvve-i hayâliyye (hayal gücü),  mâ'dan (sudan) tekevvün eden (oluşan) veledde (çocukta) zâhir olur (görülür).  Ve bu ilm-i tabîatta (tabiat ilminde) bir sırr-ı acîbdir (acaip, şaşılacak bir sırdır)."

İmdi havf-i zinâ (zinadan korkmak) sebebiyle Hz: Meryem'de hâsıl olan (oluşan) inkıbâzın (sıkıntının) def’i (giderilmesi) için, Cebrâîl (a.s.) ona, "Ben ancak senin Rabb'inin resûlüyüm; sana ednâs-ı tabîiyyeden (tabiatın kirliliklerinden) pâk (arınık) ve tâhir (temiz) bir erkek evlâd bahşetmek (vermek) için geldim" deyince, Hz. Meryem'in kabzı (sıkıntısı) basta (ferahlığa) tebeddül eyledi (dönüştü) ve sadrı (göğsü) münşerih oldu (ferahladı). Zîrâ (çünkü) ................................................(Al-i İmrân, 3/45) âyet-i kerîmesinde ihbâr buyrulduğu (haber verildiği) üzere, Allah Teâlâ mukaddemâ (önce) kendisinden İsa (a.s.)’ın tevellüd edeceğini (doğacağını) Hz. Meryem'e tebşîr buyurmuş (müjdelemiş) idi. Ve cenâb-ı Meryem bu va'd-i İlahi’nin (Hakk’ın sözünün) zuhûruna (meydana çıkmasını) müterakkıb (umuyor, bekliyor) idi. Cebrâil (a.s.)’dan bu sözü işitince, eser-i tebşîrin (müjde eserinin) vakt-i zuhûru (açığa çıkma vakti) geldiğini ve beşer (insan) sûretinde zâhir olan (görülen) şahsın melek olduğunu bildi; kalbinde bir inbisât (genişleme) ve inşirâh (ferahlık) husûle geldi. İşte bu inbisât (genişleme) ve inşirâh (ferahlık) hîninde, (sırasında) cenâb-ı Cebrâil, Hz. Meryem'e İsa (a.s.)’ı nefh etti (üfledi).  Ve şu halde cenâb-ı Cibrîl (Cebrail a.s.),  rusül-i kirâma (ulu Resule, Peygambere) vahy-i İlahi’yi (İlahi vahyi) naklettiği (aktardığı) gibi, “kelimetullah” (Allah kelamı) olan cenâb-ı İsa'yı Hz. Meryem'e nakl eyledi (aktardı). Ve Hz. Cibrîl'in (Cebrail a.s.) bu nakli (aktarışı), Resûl (a.s.)’ın Kelâmullâh'ı (Allah kelamını) ûmmetine nakletmesine (aktarmasına, taşımasına) benzer. Zîrâ (çünkü) (S.a.v.) Efendimiz, Allah Teâlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm’de beyan buyurduğu (bildirdiği) .................................... (Nisâ, 4/171) kavlini (sözlerini) hurûf (harfler) ve zurûf (zarflar) / kisvesine (elbisesiyle) giydirip bizlere nakleyledi (taşıdı, aktardı). Ve her bir "kelime", delâlet eylediği (işaret ettiği) ma'nânın o sûrette (şekilde, biçimde) taayyûnünden (meydana çıkışından) başka bir şey değildir. Ve "ma'nâ" o sûretin rûhudur. Şu halde, cism-i İsa (İsa a.s. ‘ın bedeni), bu âlemde (dünyada) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) Allah Teâlâ'nın kelimelerinden bir "kelime"dir. Ve onun delâlet (işaret) ettiği "ma'nâ" rûh-ı İsevîdir (İsa a.s.’ ın ruhudur) ki, o da onun Rabb-i hâssı (kendi öz rabbi) olan ism-i Bâtın'dır (batın ismidir). Gerçi İsa (a.s.), kâmil olmak (eksiksiz, tam, mükemmel olması) hasebiyle "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri toplayan Allah isminin) mazharı (göründüğü mahal, birim) ise de, bu ism-i câmi'in tahtında (bütün isimleri kendinde toplamış olan ismin altında) bulunan kâffe-i esmânın (bütün esmanın) ahkâmı (hükümleri) onda i'tidâl (denge, ölçülülük) üzere zâhir (açığa çıkmış görünmüş) değildir. Nitekim sûret-i tevellüdü (suretinin doğumu) ve Yahûdîler tarafından vâkı' olan (gerçekleşen) sûikasd (öldürmeleri) üzerine ref’i (yukarı kaldırılması, yüceltilmesi), i'tidâlden baîddir (ölçülü, uygun oluştan uzaktır). Ve kâffe-i esmâ-i İlahiyye’nin (bütün İlahi esmanın) i'tidâl üzere (dengeli, eşit ölçüde) zuhûru (açığa çıkışı), ancak hâtem-i Enbiyâ (son Nebi, Peygamber) (s.a.v.) Efendimiz'e mahsûstur (aittir). Ve kezâ (böylece) Kur'ân, kelâmullahdır (Allah kelamıdır) ve bu kelâmullâhın (Allah kelamının) cismi, inde'ttelaffuz (telaffuz esnasında) harf ve savt (ses) ve inde't-tahrîr (yazma esnasında) hurûf-i menkûşe sûretleridir (şekle bürünmüş harfler biçimindedir). Ve bu esvât (sesler) ve suver (şekiller), ancak ma'nâlarından dolayı müteayyin olur (zahir olur, meydana çıkar). Binâenaleh (nitekim) cenâb-ı Cibrîl'in (Cebrail a.s.) rûh ve ma'nâ-yı İsevîyi (Hz. İsa a.s.’ın ruhunun manalarını) Hz. Meryem'e nakli (aktarması, taşıması), maânî-yi kelâmullâhı (Allah kelamının manalarını) Resûl'e naklinin (aktarmasının) mislidir (benzeridir).  Ve Resûl'e (Peygambere) cenâb-ı Cibrîl (Cebrail a.s.) tarafından naklolunan (aktarılan) maânî (manalar), Resûl (Peygamber) tarafından dahi ümmetine öylece naklolunur (taşınıp aktarılır).  Şu halde aradaki fark, ancak o ma'nâların suver-i müteayyinesinin (beliren, meydana çıkan suretlerinin) tehâlüfünden (değişik olmasından) ibârettir.

İmdi Meryem'de şehvet sârî oldu. Binâenaleyh, cism-i İsa, Meryem tarafından mâ'-i muhakkaktan ve Cebrâîl tarafından da, bu nefhin rutubetinde sârî olan mâ'-i mütevvehhemden mahlûk oldu. Zîrâ cism-i hayvânîden olan nefh, onda rükn-i mâ'dan ba'zı şey mevcûd olmasından nâşî, ratbdır. Böyle olunca cism-i İsa mâ'-i mütevvehhemden ve mâ'-i muhakkaktan tekevvûn etti. Ve bu nev'-i insânîde tekvîn, ancak hükm-i mu'tâd üzere vâkı' olmak için, vâlidesinin eclinden ve Cebrâîl'in sûret-i beşerde temessülü eclinden, sûret-i beşer üzere çıktı, Böyle olunca  (a.s.) mevtâyı ihyâ eder çıktı. Zîrâ o, "rûh-i İlahi" dir.'Ve ihyâ Allâh'ın ve nefh İsa (a.s.)’ın idi. Nasıl ki nefh Cibrîl'in, ve "kelime" Allâh'ın idi. Îmdi emvât için İsa'nın ihyâsı, onun nefhinden zâhir olan şey haysiyyetiyle, ihyâ-yı muhakkak idi. Ve yine onun ihyâsı kendisinden olduğu mütevehhem idi ve belki Allah'dan idi. Böyle olunca İsa, üzerine halk olunduğu kendi hakîkatinden nâşî -ki nitekim biz onun mâ'-i mütevehhem ile mâ'-i muhakkaktan mahlûk olduğunu zikr ettik ihyâ-yı muhakkak ile ihyâ-yı mütevehhemi cem' etti. İhyâ ona, min-vechin tarîk-ı tahkîk ile ve min-vechin tarîk-ı tevehhüm ile nisbet olunur. Binâenaleyh onun hakkında tarîk-ı tahkîktan ................... (Bk. Âl-i İmrân, 3/49) denildi: Ve onun  hakkındâ tarîk-ı tevehhümden ……………. (Bk. Âl-i İmrân, 3/49 ve Mâide, 5/ 110) denildi. Böyle olunca mecrûrda âmil, ........... dur; .......... değildir. Ve onda âmil ............ olmak dahi muhtemeldir. Sûret-i cismiyye-i hissiyyesi haysiyyetinden tayr olur . (9).

Ya'nî Cibrîl (Cebrail) (a.s.)’ın nefhı (üflemesi) üzerine, Hz. Meryem'de şehvet sârî (sereyan etmiş, yayılmış) ve ihtilâma müşâbih (uyurken cenabet olmağa benzer) bir hâl (oluş) içinde inzâl  (boşalma) vâkı' oldu. (gerçekleşti) Böyle olunca cism-i İsa, (İsa a.s’ın bedeni) Meryem tarafına nazaran (göre) mâ'-i muhakkaktan (gerçek sudan) ve Cebrâîl tarafına nazaran, (göre) onun nefhinin (nefesinin) rutûbetinde mündemic olan (bulunan) mâ'-i mütevehhemden (zannedilen sudan) mahlûk (yaratık) olmuş oldu. Çünkü Hz. Meryem'in hîn-i inzâlinde (boşalması sırasında) vücûdundan rahmine seyelân eden (akan) su, onun vücûd-i unsurîsi (madde bedeni) hasebiyle akan bir mâ'-i muhakkak (gerçek su) idi. Zîrâ (çünkü) âlem-i kesîf-i şehâdetin (madde âlem olan bu gördüğümüz dünyanın) mâ-fevkı (üstünde) olan merâtibdeki (mertebelerdeki) suver (suretler), bu âleme tenezzül etmedikçe (inmedikçe) tahakkuk-i kâmil (tamlığın mükemmelliyetin gerçekleşmesi) vâkı' olmaz (oluşmaz). Hz. Cibrîl (Cebrail a.s.) ise, beşer sûretinde mütemessil (insan şekline girmiş, cisimlenmiş) olan rûh olduğundan, bu âlem-i kesâfette (madde âleminde, dünyada) tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) bir sûret-i unsuriyye (madde suret) değil idi. Belki onun sûreti, (bedeni) bir sûret-i mütevehhem (bir suret, beden sanılıyor) idi. Ve o sûrete müteallık (ait) olan ahvâl (hallerin) ve şuûnâtın (işlerin) kâffesi (hepsi) mütevehhem (zannedilen, sanılan) bulunduğundan, onun nef’hinin (üfürüğünün) rutûbetinde mündemic  olan (bulunan) su rüknünden (suyun temelinde)  bulunan şey dahi mütevehhem (sanılan şey) idi. Ya'nî Hz. Cibrîl, (Hz. Cebrail a.s.) nefesini hârice (dışarı) çıkarmak sûretiyle "hoh" dedi: Ve cism-i hayvânîde (hayvan cisminde (bedeninde) olan bu gibi nefhde (üfürme şeklinde),  su rüknünden olan (suyun oluşumunu meydana getiren) ba'zı mevâdd (maddeler) mevcûddur. Zîrâ (çünkü) nefes-i hayvânî (hayvanların nefesi) râtıbdır (rutubetlidir, nemlidir).  Ve nefeste su rüknünden olan (suyun temelini oluşturan) mevâdd (maddeler) müvellidü'l-mâ' (hidrojen) ile müvellidü'l-humûzadır. (oksijendir)

İmdi beşer sûretinde (insan şeklinde) mütemessil (şekle bürünmüş, cisimlenmiş) olan cenâb-ı Cibrîl (Cebrail a.s.) "hoh" diye nefh edince (üfürünce) ihrâc ettiği (dışarı çıkardığı) bu nefesin rutubetinde (neminde) de rükn-i mâ'dan (suyun temelini oluşturan) ba'zı mevâdd (maddeler) mevcûd idi ki, o mevâdd, (maddeler) cenâb-ı Meryem'in vücûduna sârî olup (bulaşıp, yayılıp) onda şehveti tahrîk eyledi. Fakat Hz. Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın) sûret-i beşeriyyesi (insan suretinde oluşu) gibi nefhi (üfürdüğü nefesi) ve bu nefhin (nefesin) rutûbetinde (neminde) mündemic (bulunan) müvellidü'l-mâ' (hidrojen) ile müvellidü'l­humûza (oksijen) dahi, mütevehhem olan (vehm olunan) rükn-i mâ'dan idiler (suyun temel yapısını oluşturanlardandı). İşte bunun için cism-i İsa (İsa a.s.’ın bedeni) ,  mâ'-i muhakkak (hakiki su) ile mâ'-i mütevehhemden (vehm olunan, var sanılan sudan) tekevvün etti (meydana geldi). Ve bu nev'-i insânîde (insan türünde) tekvîn (yaratma) ve halk-ı İlahi (İlahi yaratma),  ancak hükm-i mu'tâd (alışılmış hüküm) üzere beşer sûretinde (insan şeklinde) vâkı' olmak (gerçekleşmek) için, İsa (a.s.), vâlidesi (annesi) beşer sûretinde (insan suretinde) / olduğu ve Hz. Cibrîl (Cebrail a.s) beşer sûretinde (insan suretinde) temessül etmiş (cisimlenmiş, suretlenmiş) bulunduğu cihetle (yönüyle), kendisi "rûhullah" (Allah ruhu) olduğu halde beşer sûretinde (insan suretinde) musavver (tasavvur olunmuş, tasarlanmış) olarak meydân-ı zuhûra (açık meydana) çıktı. Ve cenâb-ı İsa, "rûh-ı İlahi" (İlahi ruh, Allah  ruhu) olduğu için, mevtâyı (ölüyü) ihyâ eder (diriltir) bir halde zâhir oldu (göründü). Ve onun bu ihyâsı keyfiyyetinde (diriltme hususunda),  ihyâ, (can verme) Allâh'ın ve nefh (nefes) İsa (a.s.)’ın idi. Nasıl ki Hz. Meryem'e vâkı' olan (gerçekleşen) nefh (nefes) Hz. Cibrîl'in (Cebrail a.s’ın) ve "kelime" olan rûh-ı musavver-i İsevî (İsa a.s.’ın cisimlenmiş ruhu) Allâh’ın idi. Şu halde İsa (a.s.)’ın ölüleri diriltmesi, onun nefhınden (nefesinden) enzâr-ı hissiyyede (gözle bakıldığında) eser-i hayâtın (hayat eserinin) zuhûru (meydana gelişi) haysiyyetiyle, (husussuyla) ihyâ-yı muhakkak (gerçek diriltme) idi. Ve yine bu ihyâ (can verme), İsa (a.s.)’ın kendisinden olduğu mütevehhem idi (sanılandı, vehm olunandı); belki bu ihyâ (can verme) Allah'dan idi. Çünkü hakîkatte vücûd ve nefh (nefes) Hakk'ındır.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-15.02.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail