144. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR

Ve ammâ Allah Teâlâ'nın ......... kavliyle Üzeyr (a.s.)’a vahy ettiği bize rivâyet olunan şey: "Ben senden tarîk-ı haberi ref ederim ve umûru sana tecellî üzere i'tâ eylerim. Ve tecellî ise, sana ancak kendisiyle idrâk-i zevkî vâki' olan isti'dâddan bulunduğun şey üzerine olur. Netîcede, sen ancak isti'dâdın hasebiyle idrâk ettigini bilirsin. İmdi taleb ettiğin bu emre sen nazar edersin. O şeyi onda görmeyince, indinde istediğin şeye isti'dâd olmadığını ve bu taleb ettiğin şeyin muhakkak hasâis-ı İlahiyyeden olduğunu bilirsin. Allah Teâlâ her şeye halkını i'tâ ettiğini muhakkıkan bildin. Vaktâki Allah Teâlâ sana bu isti'dâd-ı hâssı vermese, o senin halkın değildir. Eğer senin halkın olaydı ............................ (Tâhâ, 20/50) kavliyle ihbâr eden Hak, elbette onu sana verirdi. İmdi sen kendi nefsinde bu suâlin mislinden müntehi olan kimse olursun; suâlde nehy-i İlahiye muhtâc olmazsın" demek olur (30).

Ya'nî Hak Teâlâ'nın Üzeyr (a.s.)’a: "Eğer bu talebden (istekten) vazgeçmezsen ismini Nübüvvet (Peygamberlik) defterinden silerim" buyurmasından anlaşılan ma'nâ budur ki: Ben senden vâsıta-i melek (melek aracılığı) ile veyâhut bilâ vâsıta (vasıtasız) ilhâm ile olan haber tarîkını (yolunu) keserim ve sana keşif (keşfetme, bir sırrı bulma, öğrenme) ve tecellî (ilham, feyz) yolunu açarım. Ve tecellî (ilham, feyz) dahî sana isti'dâdın ne hal (oluş) üzere ise, ancak ona göre olur. Ve idrâk-ı zevkîyi (idrak etme zevkini) i'tâ eden (veren) isti'dâddır. Tecellî (ilham, feyz) de isti'dâda göre olur. Ve sana isti'dâdın hasebiyle tecellî (ilham, feyz) vâki' olunca (gerçekleşince) ayn-ı sâbitene (ilmi suretine) muttali' (bilip vakıf) olup idrâk ettiğin şeyi, ancak isti'dâdın hasebiyle idrâk ettiğini bilirsin. Ve sen kudretin makdûra (kader olarak tayin edilmişe, birime) taallukunu (bağlantısını, ilişkisini) müşâhede etmek (görmek) istemiş idin. Hîn-i tecellîde (tecelli anında) bu taleb ettiğin (istediğin) emre (hususa) nazar edersin (bakarsın). O şeyi onda görmeyince, istediğin o şeye sende isti'dâd olmadığını ve bunun zât-ı İlahi’nin (İlahi Zat’ın (Allah’ın) hasâisından (özelliklerinden, niteliklerinden) olduğunu bilirsin. Ve Allah Teâlâ'nın her şeye hakkını ve hisse-i muayyenesini (belirlenmiş payını) i'tâ ettiği (verdiği) sence ma'lûmdur (bellidir, bilinir).  Binaenaleyh (nitekim) ayn-ı sâbitene (ilmi suretine) nazar ettiğin (baktığın) vakit, sırr-ı kader ıttılâ'ına (kader sırrından haberli olmana, bilmene) onda isti'dâd olmadığını görünce, taleb ettiğin (istediğin) şeye kendi nefsinde isti'dâd olmadığını ve o ıttılâ'ın, (öğrenmenin) cemî'-i a'yânın (bütün varlıkların) hakâyıkına (hakikatlerine) muttali' (bilen, vakıf) olan Allah Teâla  hazretlerinin hasâisından (hususiyetlerinden) bulunduğunu ve eğer o ıttılâ'a (bilmeye, vakıf olmaya) istidâdın olsaydı, her şeye hakkını ve hisse-i muayyenesini (belirlenmiş payını, kendisine düşen hissesini) veren Hakk'ın, sana da hakkını i'tâ edeceğini (vereceğini) bilerek, kendi nefsinle müteeddeb olup (utanç duyup) sırr-ı kadere (kader sırrını) ıttılâ' talebinden (istemekten) kendi kendini nehy eder (yasaklar, vazgeçirir) ve nehy-i İlahi’ye (İlahi yasağa (Allah’ın yasaklamasına) muhtâc olmazdın (ihtiyaç duymazdın).  İşte cenâb-ı Üzeyr'e cânib-i Hak'tan (Hakk tarafından) tarz-ı itâbda (azarlanma şeklinde) vâki' olan (gerçekleşen) hitâbdan (konuşmadan, sözden) münfehim olan (anlaşılan, çıkarılan) ma'nâ budur.

Bu bahsin hulâsası (özü, aslı) budur ki: Hiçbir Nebî (Peygamber) ve velî bilcümle a'yânın (bütün ilmi suretlerin hepsinin) hâkâikını (hakikatlerini) alâ-tarîkı'l-ihâtâ (ihata etmek, kavramak suretiyle) bilmek imkânı yoktur. Çünkü bu ilim, hasâis-ı İlahiyyedendir. (İlahi hususlardan, özelliklerdendir) Ancak Hak Teâlâ  hazretlerinin keşfi (açtığı, ilham verdiği) mikdârı kendilerine sırr-ı kader (kader sırrı) hakkında bir ilim hâsıl (mevcut) olur. Ve hîn-i da'vette (davet sırasında) Nebîden (Peygamberden) bu dahî mestûrdur (kapalıdır, örtülüdür). Zîrâ (çünkü) ba'zı a'yânın (zatların, şahısların) hakaikı (hakikatleri) kendilerine keşf olunsa (açılsa, ilham olunsa) da'vetlerinde fütûr (keder, ümitsizlik) vâki' (mevcut) olur idi. Üzeyr (a.s.)’a Hak Teâlâ kendi hakîkatini keşf edince, (sırrı açılınca) alâ-tarîkı'l-ihâta (ihata etmek, kavramak suretiyle) hakâik-ı a'yâna (varlıkların hakikatlerine) ıttılâ' (bilme, vakıf olma) imkânı ve isti'dâdı olmadığı zâhir olurdu (görülürdü). (Şârih-i fakîrin ilâvesidir.)

Ve bu Üzeyr (a.s.)’a, Allah Teâlâ'dan bir inâyettir. Bunu bilen bildi ve bilmeyen bilmedi (31).

Yâ'nî bu haber-i mervîdeki (rivayet olunan bildirideki) hitâb-ı İlahi‘de, (Zat-ı Hakk’ın sözlerinde) gerçi (her ne kadar) zâhiren (görünüşte) Üzeyr (a.s.)‘dan Nübüvvetin (Nebilik görevinin, Peygamberliğinin) selb edileceği (zorla geri alınacağı) ve onun kurbdan (yakınlıktan) bu'de (uzaklığa) ilka olunacağı (atılacağı) anlaşılır ise de, Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler) (aleyhimü's-selâm)ın ulüvv-i kadrleri (derecelerinin yüksekliği) ondan âlîdir (yüksektir, yücedir). Zîrâ (çünkü) onların isti'dâdât-ı zâtiyyeleri (kendi istidatları), isimlerinin Nübüvvet (Nebilik (Peygamberlik) defterinde sâbit (mevcut) ve kendilerinin ismet-i İlahi (İlahi temizlik, günahsızlık) ile ma'sûm ve mahûz (saf, halis) olduktan sonra, mertebelerinden sukut etmemelerini (aşağı düşmemelerini) iktizâ eder (gerektirir).  İmdi, cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu hitâbın (konuşmanın), rütbe-i Nübüvvete (Peygamberlik, Nebi’lik) makamına) nev'an (bir çeşit) şeyn (leke, kusur) veren ma'nâ-yı zâhirini (dış manasını) murâd etmeyip, murâd-ı İlahi (Hakk’ın muradı) olan ma'nâ-yı bâtınîsini (batın manasını, asıl manasını) tefsîren (yorumlayarak) beyân ederek (açıklayarak) itâb sûretinde (azar şeklinde) vâki' olan (gerçekleşen) bu hitâb (konuşma), ona keşf (açma, bir sırra vakıf olma) ve tecellî (ilham, feyz) üzere (yoluyla) ilim i'tâsı (vermesi) va'dinden (sözünden) ibâret olmakla, hakkında inâyettir (ihsandır, iyiliktir), buyurdu. Bu hitâbın (seslenişin) inâyet (lutuf, iyilik) olduğunu, ehl-i keşf (keşif sahipleri) ve irfandan olanlar bildiler ve ehl-i cehl olanlar (cahil kimseler) ise ma'nâ-yı zâhire (dış manasıyla) hasr-ı fehm edip (idraklerini kısıtlayıp) bilmediler. Velhasıl, bu haber hakîkatte (gerçekte) va'd (lutuf, iyilik için verilmiş bir söz) idi, vaîd (korkutmak, cezalandırmak için verilmiş bir söz) değildi.

Ma'lûm olsun ki, tahkîkan "velâyet" , felek-i âmmdır ve bunun için munkatı' olmadı ve velâyet için inbâ'-i âmm vardır. Ve ammâ Nübüvvet-i teşrî' ve risâlet munkatı'dır. Ve Muhammed (s.a.v.)‘de munkatı' oldu. İmdi ondan sonra Nebî yoktur. Ya'nî Nebiyy-i müşerri' ve müşerre'un-leh ve müşerri' olduğu halde Resûl yoktur- (32).

Ya'nî "velâyet" (velilik), sıfat-ı İlahiyye (İlahi sıfat) olmak ve keşf-i İlahi (İlahi keşf, İlahi açılımlar) onunla hâsıl (mevcut) olmak i'tibâriyle (hususuyla), felek-i muhît-i âmmdır, ya'nî ma'nâ-yı küllî-i âmmdır (her şeyi içine alan, kuşatan bütün bir kavramıdır).  Rusülün (Resüller), Enbiyâ (Nebiler) ve evliyânın (velilerin) kâffe-i merâtibini (bütün mertebelerini) câmi'dir (toplamıştır).  Ve "velâyet" felek-i muhît-i âmm (bütün hepsini kuşatan bir kavram) olduğu için, dünyâda ve âhirette munkatı' olmadı (arkası kesilmedi, son bulmadı).  Ve velâyet için inbâ'-i âmm (umuma, herkese  haber verme) vardır. Ya'nî velâyet (velilik) Nübüvvetin (Nebiliğin Peygamberliğin) bâtını (içi) olduğundan, şerîat sâhibi olan Enbiyâya (Nebilere) ve da'vet-i halka (halkı davet etmeye) me'zûn (salahiyetli, izinli) olmayan evliyâya (velileri) şâmildir (içine alır, kuşatır, kaplar). Velâkin Enbiyâ (Nebiler) zamanlarında olan ihbâr (haber verme, bildirme), Nübüvvet (Nebilik görevi) ile mukayyeddir (kayıtlıdır).  Ve velâyet (velilik) cihetiyle (yönüyle) olan ihbâr-ı İlahi (İlahi haber verme), tevhîd-i Zâtî ve tevhîd-i esmâî ve sıfâtî (Zat‘la alakalı tevhidi ve esma ve sıfatla ilgili tevhidi) hasâisıyla (özellikleriyle) her ârif-i billâh (marifet-i Allah’a vasıl) olan kimsenin, her müsta'id (istidatlı) ve kâbile (kabul ediciye) olan ihbârıdır (bildirmesidir) . Velâyet (velilik) munkatı' (son bulmuş) olmamakla berâber, Nübüvvet-i teşrî' (şeriat getiren Nebilik) ve Nübüvvet-i risâlet (Nebilik görevi) Muhammed (s.a.v.)‘de munkatı' oldu (son buldu) . ................ hadîs-i şerîfi mûcibince (gereğince) ondan sonra Nebî (şeriat getiren Nebi, Peygamber) yoktur. Ya'nî yeni bir şeriatla Nebiyy-i müşerri' (yeni şeriat getiren bir Nebi) meb'ûs olmaz (gönderilmez). Ve Nebiyy-i müşerre'un-leh, ya'nî şerîat sâhibi olan bir Nebînin şerîatına tâbi' (uyan) ve fakat, Mûsâ (a.s.)‘ın şerîatına tâbi' (uyan) Enbiyâ-yı Benî İsrâil (İsrailoğullarının Peygamberleri) gibi, Nübüvvet (Nebilik) ile zâhir (meydana çıkmış) bir Nebî yoktur ve yeni şerîat ile müşerri' (şeriat koyan) bir Resûl dahi yoktur. Âhir (son) zamanda Îsâ (a.s.)‘ın gelmesi Nübüvvet (Nebilik) ve Risâlet (Resüllük) cihetiyle (yönüyle) değil, velâyet  (velilik) itibâriyle (hususuyla) olacağından Resûl-i müşerri' (şeriat getiren Resul) sayılmaz.

Ve  bu hadîs, evliyâullahın zuhûrunu kesr etti; zîrâ ubûdiyyet-i kâmile-i tâmme  zevkınin inkıtâ'ını mutazammındır. İmdi ubûdiyyet-i tâmmeye mahsûs olan onun ism-i Nübüvveti, ubûdiyyete ıtlâk olunmaz (33).

Ya'nî ................. hadîs-i şerîfi, ubûdiyyet-i kâmile-i tâmme (noksansız tam mükemmellikteki bir kulluk) zevkınin inkıtâ'ını (kesilmesini, bitmesini) mutazammın olduğundan, (muhtevi olduğundan, içine aldığından) evliyâullahın (Allah velilerinin) zuhûrunu (açığa çıkmasını) kırdı. Çünkü ubûdiyyet-i  kâmile-i tâmmenin (tam mükemmellikteki bir kulluğun) zevki, Nübüvvetle (Nebilikle) kâimdir (mevcuttur, vardır). Halbuki Nübüvvetin (Nebiliğin) inkıtâ'ı (bitmiş olduğu) zikr olunan (anlatılan) hadîs-i şerîf  ile ihbâr buyrulmuştur (haber verilmiştir).  Binâenaleyh (nitekim), ubûdiyyet-i tâmme  (noksansız, tam bir kulluk) ile muttasıf olan (vasıflanan) evliyâullah (Allah velileri) için artık Nübüvvete (Nebilikle) nâil olmak (şereflenmek) ve "Nebî" ismiyle mevsûm bulunmak (isimlendirilmek) kapısı kapanmış ve velâyetten (velilikten) başka bir mertebe kalmamıştır.

Zîrâ abd, Allah olan efendisine, isimde ortak olmamak diler; o da isimde "Allah"dır (34).

Ya'nî abd (kul), ubûdiyyet-i tâmmesinden (tam, mükemmel kulluğundan) dolayı, Allâh'ın ismi olan "Velî" ismine müşârik (ortak) olmak istemez. Zîrâ evliyâ-yı kümmel (kâmil veliler), esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) ile ittisâf (vasıflanmak) kendilerinin zâtları muktezâsından (zatlarının gerekleri) olmadığını bilirler. Fânîfillah (Allah’ta fani, yok) oldukları vakitte, esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) ile tahakkuk, (gerçekleşmek) onlar için emr-i ârizîdir (gelip geçici husustur). Meselâ demir ateşe vaz' olunursa (konursa),  kıpkırmızı olur ve temâs ettiği şeyi ateş gibi yakar. Eğer demir lisâna (dile) gelip "Ben ateşim" derse, bu sözünde sâdık (doğru) olur. Fakat demir, ateş değildir; bu hal (oluş) kendisinde bir emr-i ârızîdir (gelip geçici bir oluştur).  Ancak, kendisinin demirliği ateşte fenâ bulmuş (yok olmuş) ve ateş ismiyle mütehakkık olmuştur (meydana çıkmış, tahakkuk etmiştir). Yoksa demir demir ve ateş de ateşdir. İşte evliyâullahın fenâ-fillah (Allah’ta yok olma) mertebesindeki hâli dahî buna mümâsildir (benzer).  Binâenaleyh (nitekim) onlar, emr-i ârızî (gelip geçici işlerden, hususlardan) olan esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) ile tahakkukları hâlinde (gerçekleşmiş olduklarında), kendilerine muhtass (mahsus, ait) olan şey, sıfât-ı ubûdiyyet (kulluk sıfatıyla) ve onun isimleri olduğu için, ubûdiyyete (kulluğa) mahsûs (ait) olan isimle mütesemmî olmak (isimlenmek) isterler. Ve Resûl ile Nebî, havâss-ı ubûdiyyetin (kulların seçkinlerinden) eşref (şerefli, onurlu) ve efdalinden (en alası, en üstünü) olduğu cihetle, (yönüyle) hasâis-ı ubûdiyyette (kulluk vasıflarında) Resûlden etemm (daha tam, kamil, eksiksiz) ve ekmel (mükemmel) yoktur. Zîrâ (çünkü) Rab, "Resûl" ve "Nebî" ismi ile mütesemmî (isimlenmiş) değildir; fakat "Velî" ismiyle  mütesemmîdir (isimlenmiştir). Binâenaleyh (nitekim) Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki:

Halbuki Allah, Teâlâ "Nebî" ve "Resûl" ismi ile mütesemmî olmadı "Velî" ismi ile mütesemmî oldu ve bu isim ile muttasıf oldu. Ve ........................... (Bakara, 2/257) ve ........................ (Şûrâ, 42/28) buyurdu (35).

Ya'nî "Nebî" ile "Resûl" ismi, esmâ-i halkıyyeden (yaratılmış esmadan) olup ubûdiyyet-i tâmme (tam kulluk) ile muttasıf olan (vasıflanan) kimsenin ismi olduğundan, Allah Teâlâ hazretleri bu isimler ile tesmiye olunmaz (isimlendirilmez); fakat "Velî" ismiyle tevsîm olunduğu (isimlendirildiği) gibi, bu ismin sıfatı olan "velâyet" ile muttasıftır (vasıflanmıştır); nitekim, Kur'ân-ı Mecîd'de:/ ....................... (Bakara, 2/257) ve .......................... (Şûrâ, 42/28) buyurnıuştur.

Ve bu isim bâkî ve dünyâda ve âhirette ibâdullah üzerine cârîdir. İmdi Nübüvvet ve risâletin inkıtâ'ı sebebiyle, Hak'tan gayrı abdin muhtass olacağı bir isim bâkî kalmadı. Ancak, bu kadar vardır ki, Allah Teâlâ ibâdına lutf etti de, onlar için kendisinde teşrî' olmayan Nübüvvet-i âmmeyi ibkâ eyledi. (36).

Ya'nî Nübüvvet (Nebilik) ve risâlet (Resullük) artık munkatı' (bitmiş) olduğundan, Hakk'ın ismin de mûşârik (ortak) olmamak sûretiyle abde (kula) verilecek bir isim kalmadı. Bi'z-zarûre (zaruri olarak), fâni-fillah (Allah’ta fani, yok) olmaları cihetiyle (bakımından) abde (kula) "velî " ismi verildi. Cenâb-ı Hak, ancak kullarına lutf edip, melek vâsıtasıyla veyâ bilâ-vâsıta (vasıtasız) yeni bir şeriat ahkâmını (hükümlerini) Hak'tan telakki (alma) keyfiyyeti (hususu) olmamak sûretiyle Nübüvvet-i âmmeyi (umumi, herkese olan Nübüvveti) ibkâ etti (baki, devamlı kıldı (kaldırmadı, bıraktı). Ve bu Nübüvvet-i âmme (umumi Nübüvvet),  ârifîn (arifler, bilginler) için kemâl-i isti'dâd-ı ahadî  ve cem'î (kemal bulmuş, tamlığa ulaşmış  istidadının biri veya bütün hepsi) ile Hakk'ın sıfâtı ve esmâsı ve ef’âliyle (fiilleriyle) Allah'dan ihbârdır (haber vermektir) ve ulemâ (âlimler, bilginler) için dahi ictihâdda teşrî'dir (ayet ve hadislerden mana ve hüküm çıkararak kanun yapmak, karar kılmaktır).

Ve Allah Teâlâ ibâdı için, sübût-i ahkâmda olan ictihâdda teşrî'i ibkâ eyledi. Demek ki onlar, için teşrî'de verâseti ibkâ etti.  Binâenaleyh ............................. dedi. Ve onlar için bunda, ancak ahkâmdan ictihâd ettikleri ve onu teşrî' eyledikleri şeyde mîras vardır (37).

Ya'nî hakkında nass vârid olmayan (sarihlik, açıklık ulaşmamış) ahkâmı (hükümleri), ulemâ (âlimler) ictihâd ederler (şeriate göre kıyaslayarak o şey hakkında mana ve hüküm çıkarırlar) ve onu şer'a (şeriata)  idhâl (dahil) edip mûcibiyle (gereğiyle) amel etmeyi emrederler. Onun için, ehl-i usûl, (usul ehli, fıkıh âlimleri) ictihâd "vahy-i hafî’dir (açık olmayan gizli vahiydir), derler. Binâenaleyh (nitekim), ulemâ-i müctehidîn (ictihad eden âlimler),  ictihâd ile teşrî'de, (şeriata dayanarak, mana ve hüküm çıkarma) zâhirde (görünüşte, dünyada) verese-i Enbiyâdır (Nebilerin mirasçılarıdır).  Ulema-i ârifin (hakikati bilen âlimler) ise, maârif-i İlahiyyeyi (İlahi bilgileri, Hakk’tan aldıkları bilgileri) bilâ-vâsıta (vasıtasız) Hak'tan ahz ettiklerinden (aldıklarından), bâtında (içte, ruhta) verese-i Enbiyâdır (Nebilerin mirasçılarıdır).

( Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-14.12.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail