139. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ÜZEYRİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN"HİKMET-İ KADERİYYE" BEYÂNINDADIR]

Bu fassta (bölümde) Kelime-i Üzeyriyye'ye (Üzeyri kelimesine) muhtas (ait, mahsus) olan "hikmet-i kaderiyye" (kaderin hikmetinden) mevzû-i bahs (bahsedilmiş) olur. Zîrâ cenâb-ı Üzeyr'in Kur’ân’ı Kerim’de ismi bulunan büyük zatlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır) muktezâ-yı hakîkatı (hakikatinin gereği) bu olup sırr-ı kaderin (kader sırrının) ma'rifeti (bilinmesi) tarafına râğıb olmuştur. (rağbet etmiş, istemiştir) Hz. Üzeyr, kudretin makdûra (takdir olunmuşa, kader olarak tayin edilmişe) taalluku keyfiyyetinden (ilişkisi hususundan) taaccüb (hayret) ve Hırbe karyesinin (hırbe kasabasının) olduğu hâl üzere iâdesini istib'âd etmiş. (uzak görmüş, ihtimal vermemiş) ve ....................................... (Bakara, 2/259) yâ'nî "Bu harâbâtı (harabereleri, viraneleri) bu halden sonra Allah Teâlâ nasıl ihyâ eder? (diriltir) " demişti. Hak Teâlâ onun isti'zâm (büyük gördüğü, gözünde büyüttüğü) ve istib'âdı (uzak görüp, ihtimal vermemesi) sebebiyle suver-i iâdenin (suretlerin eski haline getirilmesi) ve ahkâm-ı kudretin (kudret hükümlerinin) envâ'ını (çeşitlerini) ızhâr eyledi (gösterdi). Ya'nî onu yüz yıl imâte (öldürdü) ve ba'dehû (daha sonra) ihyâ kıldı (diriltti).  Binâenaleyh (nitekim) bu hikmet, Üzeyr (a.s.)a mukârin (bitişik) kılınarak ahkâm-ı kazâ (kaza hükümleri) ve kader bu hikmette îrâd olundu (söylendi). Ve "melk" ve şiddet, Hakk'ın ve esmâ-i İlahiyyenin (İlahi esmanın) olup, sırr-ı kadere ıttılâ' (kader sırrından haberi olmak, malumatı bulunmak) Hakk'a mahsûs (ait, özel) bulunduğundan, bu "hikmet-i kaderiyye", (kader ile ilgili hikmet) "hikmet-i melkiyye"yi (şiddet ile ilgili hikmetler) ta'kîb etti. Ve bunda, fânî-fillah (Allah’ta fani) olup rükn-i şedîd (şiddetin asıl sahibi) olan Hakk'a ilticâ eyleyen (sığınan) kimsenin, vücûd-ı Hakkâni (Hakk’a uygun vücud) ile mevcûd olduktan sonra sırr-ı kadere (kader sırrına) ve hikmet-i kaderiyyeye (kaderin hikmetine) muttali' (bileceğine, vakıf) olacağına işâret vardır. Nitekim Üzeyr (a.s.) imâte (ölüp) ve ihyâ olunduktan (dirildikten) sonra, sırr-ı kadere (kader sırrına) vâkıf oldu (bildi).

Bil ki, "kaz" Allâh’ın eşyâda hükmüdür: Ve Allâh'ın eşyâda hükmü, Allâh’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin haddi üzeredir. Ve Allâh'ın eşyâda olan ilmi dahi, ma'lûmât nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o ma'lûmâtın Hakk'a i'tâ ettikleri şeyin haddi üzeredir ( 1 ) .

Ya'nî Hak zat-ı ahadiyyetinde (ahad olan zatında) mündemic olan (bulunan) bi'l-cümle sıfât ve esmâ-i İlahiyyesinin (bütün İlahi sıfat ve esmaların hepsinin) kuvveden (kuvve, güç olarak bulunduğu mertebeden) fiile (fiil, iş olarak) zuhûrunu (çıkmasını) murâd eyledikde, (istediğinde) nefes-i rahmânî (rahman olan nefesiyle (ilmi suretlerin açığa çıkması) ile, o esmânın mezâhirinin (göründüğü çıktığı yerlerin (birimlerin) sûretleri ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) peydâ ve her birerleri ilmen müteayyin olup (açığa çıkıp, görünüp) birbirinden mümtâz (seçilmiş, ayrılmış) oldular. Ve esmâ-i İlahiyyeden her birinin isti'dâdı ve hâssıyyeti (kuvveti, tesiri) ne ise, o sûretlerin (birimlerin) her biri de tâbi' olduğu (emri altında bulunduğu) ismin isti'dâd ve hâssıyyetini (kuvvet ve tesirine) hâiz (sahip) oldu. Ve o eşyâ (ilmi suretler), saâdet (mutluluk) ve şakâvetten (mutsuzluktan) ve îman ve küfürden ve ikbâl (bahtlı, mutlu olma) ve idbârdan (talihsizlikten, bahtsızlıktan) ve kemâl (tamlık) ve noksândan ve sâir ahvâl (diğer durumlardan) ve levâzımından (gerekli olanlarından) ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) ne sûret üzerine mûteayyin oldular (meydana çıktılar, göründüler) ve Hak onları ne sûret üzerine bildi ise, onlar hakkında ol vech (o suret) ile hükm eyledi (karar verdi, hükmetti). Demek ki Hakk'ın eşyâ-yı ma'lûme (bilinen ilmi suretler) üzerindeki hükmü, o eşyâ (ilmi suretler) isti'dâdât-ı zâtiyyeleriyle (kendi istidatlarıyla) Hakk'a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi (derecesi, değeri) üzeredir. İşte "kazâ" budur; ve bu hükümde tevkît (belirlenmiş saat, zaman) yoktur. Zîrâ (çünkü) bu hüküm, zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın zatının) aynı olan ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) nefisleriyle ma'dûm (yok) olan eşyâ (ilmi suretler) üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân (yer, mahal) yoktur.

Ve "kader", eşyânın "ayn"ında ve nefsinde sâbit olduğu gey üzerine, hükmün min-gayri-ziyâdetin tevkîtidir (2).

Ya'nî "kader", ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) eşyânın (ilmi suretlerin) "ayn"ı (zatı, hakikatleri) iktizâsınca (gereğince) i'tâ ettiği (verdiği) hükmü ve ahvâli (halleri, oluşları), vakt-i muayyende (belli bir zamanda) ve zamân-ı mukadderde (takdir olunmuş zamanda) icrâ edip (yerine getirip) ızhâr eylemektir (açığa çıkarmaktır). Binâenaleyh (nitekim) kader, a'yân-ı ma'lûmeden (açığa çıkmış, bilinmiş olan ilmi suretlerden) her birisinin ahkâm (hükümleri) ve ahvâlini (durumlarını) sebeb-i muayyen (belli bir sepep) ile vakt-i muayyende (belirli bir zamanda) ta'yîn eder (belirler) ve o ahkâm (hükümler) ve ahvâl (haller, oluşlar) o vakitten aslâ ileri, geri gitmez. Bu sûretle (şekilde) kader, kazânın tafsîli (teferruatı, detayı, açılmışı) olur. Ve "kazâ", ilm-i İlahi-i (Allah’ın ilmi) Zâtî-i ezelide (ezeli Zat’ta (öncesi olmayan geçmişte) eşyâ-yı ma'lûme (bilinen ilmi suretler) üzerine ne şey hükmetmiş ise,  "kader" o şeyi ziyâde (fazla) ve noksan olmayarak bi-hasebi’l-ezmân (zamanlarına göre) takdîr eder.

İmdi kazâ-yı İlahi eşyâ üzerine ancak eşyâ ile hükm etti (3).

Ya'ni eşyâ (ilmi suretler) ilm-i İlahide (Allah’ın ilminde) sübûtu (çıktığı) hâlinde kendi nefislerinde, "ayn"larının (kendi zatlarının) ahvâlinden (hallerinden, oluşlarından) ne şey üzere sâbit (var, mevcut) olmuşlarsa, kazâ-yı İlahi (İlahi kaza) dahî o eşyâ (ilmi suretler) üzerine onların aynlarının (kendilerinin, zatlarının) verdiği ahvâl (haller, oluşlar) ve ahkâm (hükümler) ile hükmeder. Binâenaleyh (nitekim) Hak Teâlâ hiçbir ferd (kişi) üzerine, hariçten (dışarıdan) bir şey ile hükmetmez. Ancak o efrâdın (birimlerin, kişilerin) her birisi, isti'dâd-ı zâtîsi (kendi istidatları) hasebiyle Hakk'a bir hüküm i'tâ eder (verir) . Ve Hakk'ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk'ın üzerine hükm eyler (hükmeder).

Misâl: Mi'mâr, bir binâyı inşâ ettiği sırada, döşeme ve kaplama tahtalarını, o tahtaların isti'dâdına göre intihâb eder (seçer). Döşeme tahtası, lisân-ı hâl île mi’mâra: "Benim binânın kaplamasında isti'mâle (kullanılmaya) salâhiyyetim yoktur; sen beni, döşeme için isti'mâl et!" (kullan) der. İşte bu tahtanın mi'mâr üzerine, kendi isti'dâdı hasebiyle, bir hükmüdür. Mi'mâr dahi tahtanın kendi üzerine olan bu hükmünü kabûl ile, onun döşemede isti'mâline (kullanmaya) hükm eyler (karar verir) . Mi'mâr bu hükmü hariçten (dışarıdan) almadı, belki tahtanın zâtından (kendisinden) almış oldu.

Ve bu ayn-ı sırr-ı kaderdir. Buna ıttılâ', müşâhid olduğu halde, kalbi olan ve ilkâ-yı  sem' eden kimseye mahsûstur (4).

Ya'nî "kazâ"nın eşyâ (ilmi suretler) üzerine, yine eşyâ (ilmi suretler) ile hükmetmesi keyfiyyeti (hususu), halâyık (yaratıklar, mahluklar) üzerine hâkim olan ayn-ı sırr-ı  kaderdir (kader sırrının kendisidir) ve bu sırr-ı kadere ıttılâ' (kader sırrına vakıf olma, bilme), ancak mezâhirde (görüntü yerlerinde, birimlerde) envâr-ı Hakk'ı (Hakk’ın nurunu) müşâhede edici  olduğu halde, mezâhir-i hissiyye ve akliyyede (hissi ve akli görüntü yerlerinde, ruhta ve surette) Hak ile mütekallib (değişen, kalıptan kalıba giren) kalbe mâlik (sahip) bulunan ve nûr-i îmanla (iman nuruyla) işiten kimseye mahsûstur (aittir).  Bu evsâfı (sıfatlara, vasıflara) hâiz (sahip) olmayan sırr-ı kadere (kader sırrına) muttali' olamaz (vakıf olamaz, bilemez).

İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sâbittir. (5).

Rûz-ı cezâda (ceza gününde) bu hüccet-i bâliğanın (kesin delilin, kanıtın) sûret-i sübûtu, (çıkış şekli) âtîdeki (aşağıdaki) suâl (soru) ve cevâbdân anlaşılır.

Cenâb-ı Zü'l-Celâl hazretleri: Ey kâfır ve âsî ve câhil kullarım! Ameliniz hasebiyle sizin hakkınızda tertîb ettiğim cezâyı çekiniz!

Ehl-i ikâb (azap ehli): Yâ Rab! Küfrü, isyânı ve cehli (cahilliği), ezelde sen bizim üzerimize takdîr ettin. Senin takdîrin ile bizden sâdır olan (çıkan) a'mâlden (fiillerden, işlerden) dolayı şimdi bizi muâheze etmen (azarlaman, kızman) ve tâkatımızın hâricinde olan (gücümüzü aşan) şeyi bizden taleb etmen (istemen) hakkımızda zulüm olmaz mı?

Cenâb-ı İzzet: Benim kazâ ve takdîrim ilmime tâbi'dir (bağlıdır) ve ilmim dahî, isti'dâd-ı ma'lûmunuza (bilinen istidadınıza) tâbi'dir (bağlıdır, uyar). Binâenaleyh (nitekim) siz ezelde (öncesi olmayan geçmişte) bana dediniz ki: "Bizim isti'dâd-ı mahsûsumuz (kendi istidadımız) budur; biz senden bu isti'dâdımıza göre Hükm (karar vermeni) isteriz." Ben de öylece hükmettim (karar verdim) ve zâtınızda (kendinizde) meknûn (gizli) olan şey (ilmi suret) üzerine ifaza-yı vücûd edip (vücut verip) o şeyi (ilmi sureti) îcâd (yaratıp) ve ızhâr eyledim. (meydana çıkardım) Binâenaleyh (nitekim) sizden sâdır olan (çıkan) küfür ve isyân ve cehil, (bilgisizlik, cahillik) ancak sizin zâtınızda (kendinizde, hakikatinizde) bi'l-kuvve mevcûd olan (potansiyel güç olarak bulunan) şeydir. Ben yalnız ifâza-i vücûd edip (vücut verip) onları îcâd (yarattım) ve ızhâr ettim (meydana çıkardım). İmdi ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Ve sizin talebinizin (isteğinizin) hâricinde (dışında) size birşey vermedim.

Ehl-i ikâb: (Azap ehli) Yâ Rab! Bizim zâtımıza o isti'dâdı veren kimdir?  Ve ilm-i  İlahinde onu kim îcâd eyledi (yarattı) veyâ onu vaz' eden (koyan) kimdir?

Cenâb-ı İzzet: Ma'lûmât-ı ezeliyyede (öncesi olmayan geçmişte bilinmiş) olan isti'dâd mec'ûl (yapılmış, vücuda getirilmiş) değildir. Zîrâ benim "ilm"im sıfat-ı zâtiyyemdir (zatımın sıfatlarıdır). Sıfât-ı İlahiyyem (İlahi sıfatlarım) ise, Zât-ı Celîl-i  şânımla berâber kadimdir (başlangıcı olmayıp, öteden beri mevcuttur). Ve ezel-i âzâlde (mutlak Zat’ta) îcâd (yaratma) mesbûk (geçmiş, görülmüş) değildir. Binâenaleyh (nitekim) îcâddan (yaratılmazdan) evvel bir şeyin îcâdı (yaratılması) mevzû'-i bahs (söz konusu) olamaz.  Ben yalnız ilm-i ezel-i İlahimde (ezeli ilmimde) olan şeye ifâza-i vücûd edip (vücut verip) onları kümm-i gaybdan (gayb, bilinmezlik örtüsünden) sâha-i bürûza (açık alana) çıkardım. Onlar da ezeldeki (geçmişteki) halleri (oluşları) ve isti'dâdları üzere zâhir oldular (açığa çıktılar, göründüler). Kendi hallerinin gayrisiyle (oluşlarının dışında) zâhir olmaları (açığa çıkmaları) için aslâ  cebir (zorlamadım) ve hükm etmedim. Yed-i feyyâzımda (feyz veren elimde) buhl (cimrilik) yoktur. Siz istediniz, ben de verdim. Ben fiilimden mes'ûl (sorumlu) değilim, mes'ûl (sorumlu) olan sizsiniz.

Bu sûrette (şekilde) Allah için hüccet-i bâliğa (kesin delil) sâbit (mevcut) olur. Çünkü, bizim üzerimize O'nun hükmü, ilm ü hikmet-i İlahiyyesi (İlahi ilminin hikmeti) mûcibince (gereğince) ve zâtı muktezâsıyladır (zatının gereğiyledir). Ve eşyânın (ilmi suretlerin, hakikatlerin) "ayn"ları, (zatları) hâl-i ademde (yokluk hallerinde, Hakk’ın Zat’ında) , ne şey üzerine sâbit (mevcut) olmuş idiyseler, O'nun hükmü ancak o şey üzerinedir. Ve a'yânın (ilmi suretlerin) hâl-i ademde (yokluk hallerinde (Hakk’ın Zat’ında) o hâl (oluş) üzere sübûtları (çıkışları), gayr-ı mec'ûl (yapılmamış) olan isti'dâdâtına (istidatlarına) müsteniddir. (dayanır) ............................. (Enbiyâ, 21/23) âyet-i kerîmesinin ma'nâyı münîfi (yüce manası) bu hakîkate nazaran (bakarak, kıyaslayarak) teemmül buyrulmak (etraflıca, iyice düşünmek) lâzımdır.

Sual: A'yân (ilmi suretler), hem hâl-i ademde (yoklun halinde, Hakk’ın Zat’ında) bulunuyor ve hem de sâbit (mevcut) oluyorlar. Hâl-i ademde (yokluk halinde) bulunan ve yok olan şey, nasıl sâbit (var) olur? Çünkü sübût (sabit olma, meydana çıkma, var) dediğimiz keyfiyet, (husus) mevcûdun şânıdır (hususiyetidir, tabiiatıdır).

Cevap: Buradaki "adem"den (yoktan, yokluktan) murad, adem-i mahz (tam, sırf yokluk) değildir. Zirâ, adem-i mahzdan (tam, sırf yokluktan) hiçbir şey çıkmaz. Bi'l-kuvve (güç, kuvvet olarak) mevcûd olup, henüz bir libâs-ı taayyüne (taayyün elbisesine, surete) bürünmemiş olan bir şey dahî hâl-i ademdedir (yok haldedir). Mesela, elimize bir erik çekirdeği aldık. Bunun içinde dallı budaklı bir erik ağacı olduğunu biliriz ve bu ilmimizle (bilgimizle), içinde böyle bir ağaç olduğuna hükmederiz (karar veririz) .  Halbuki ağaç meydanda yoktur; henüz hâl-i ademdedir (yok haldedir). Ve bu hâl-i ademle (yok oluşla) berâber çekirdeğin içindeki erik ağacı sâbit (var, mevcut) olmuştur, ya'nî bi'l-kuvve (güç, kuvvet, potansiyel olarak) mevcûddur, bi'l-fiil (fiilen) hâl-i ademdedir (yok haldedir). Henüz libâs-ı taayyün (taayyün elbisesi, suret) iktisâ etmemiştir (giymemiştir) . İmdi biz bu hükmümüzü (kararımızı), o çekirdeğin hâricinden (dışından) almadık; belki hâl-i ademde (yokluk halinde) sübût bulduğu (sabit, mevcut olduğu) şeyden ahz eyledik (aldık).  Bu keyfiyyet-i sübût (sabit olma hususu) dahi, çekirdeğin isti'dâdına müsteniddir (dayalıdır). Zîrâ (çünkü) bu çekirdek kayısı, üzüm, hurma ve şeftâli ve sâir (diğer) meyvelerin çekirdeği değildir. İsti'dâd-ı zâtîsi (kendi istidadı) ancak erik ağacı çıkmasına müsâiddir (elverişlidir).  Bi'l-farz (farz edelimki) bir bahçıvan bu çekirdeği dikip terbiye etse ve içinden çıkan erik ağacı, sen niçin benim erik ağacı olduğuma hükmettin (karar verdin) dese, bahçıvan, senin hâl-i ademde (yokluk halinde) sâbit (mevcut) olan "ayn"ın, (kendi zatın) ne hal üzerine idiyse, ona göre hükmettim (karar verdim) cevâbını verir. İşte eşyâ (ilmi suretler) hakkındaki hükm-i İlahi (İlahi hüküm) dahî, onların hâl-i ademde (yokluk halleri), "ayn"ları (zatları, hakikatleri) ne hâl (oluş) üzere sâbit (var) olmuş iseler, ona göredir. Sâbit (mevcut) oldukları hal (oluş) dahi  isd'dâdât-ı zâtiyyelerine (kendi istidatlarına) merbûttur; (bağlıdır) ve isd'dâdât-ı zâtiyye (kendi istidatları) ise gayr-ı mec'ûldür (yapılmamıştır).

İmdi bu bahsin (konunun) daha etraflı bir sûrette (şekilde) tavzîhi zımnında (açıklamak, aydınlatmak için) isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl (yapılmamış istidat (birimde potansiyel güç, kuvve olarak bulunup da açığa çıkmamış istidat) hakkında tafsîlât (geniş açıklama) i'tâsı (vermek) münâsib (uygun) görülür.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.11.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail