125. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ ŞUAYBİYYE' DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ KALBİYYE" BEYÂNINDADIR]

İmdi mu'tekadde olan Hak, mü'minin kalbi onun sûretine vüs'atdâr olan Hak'tır ve kalbe tecellî eden Hakk'ı, o kalb ârif olur. Binâenaleyh göz, Hakk-ı i'tikâdînden gayrisini görmez (13)

Ya'ni ashâb-ı i'tikâdâtın (inançlı kimselerin) i'tikâdlarında (inançlarında) olan Hak, hangi sûrette tecellî etmiş (belirmiş, görünmüş) ise, o sûret ile kalbe sığan Hak'tır ve Hakk-ı mu'tekad kalbe tecellî eden (kalbinde tecelli eden, beliren Hak diye inandığı şey) Hak'tır. Bu i'tikad (inanç), ister küllî (bütünü, tamı) ister cüz'î (bir kısmı) olsun, Hak, bu i'tikad (inandığının) sûretinde tecellî etdikde (belirdiğinde) kalbe sığar ve abd (kul) dahî bu tecellî (belirme, ilham) ile Hakk'ı bilir ve onun Hak olduğunu ikrâr eder (kabul eder);  çünkü Hakk'ı o sûrette akd etmiş (kafasında kurmuş) idi. Binâenaleyh (nitekim), ayn-ı hissî, ya'nî baş gözü, dünyâda ve âhirette, Hak hakkındaki i'tikâdı (inancı) ne ise, ondan gayrisini (başkasını) müşâhede etmez (göremez).  Fakat eşyânın (hakikâtlerin) aynı olan İlâh-ı mutlak (Hak), bi't-tabi' (doğal olarak) eşyâdan (hakikâtlerden, ilmi suretlerden) bir şeye  (hakikâte, manaya) sığmaz. Zîrâ küllün (bütünün, tamın) aynıdır. O ancak küllün (bütünün, tamın) aynı olan İnsân-ı Kâmilin kalbine sığar. Çünkü böyle bir kalb, makâm-ı ıtlâk ve takyîdde (kayıtsızlık ve kayıtlılık makamında) Hak'la mütekallibdir (değişen, kalıptan kalıba girendir).

Ve i'tikâdâtın tenevvü'ünde hafâ yoktur. İmdi Hakk'ı takyîd eden kimse, kendi takyîdinin gayrisinde, ona inkâr etti ve kendinin takyîd eylediği şeyde Hak tecellî ettikde, ona ikrâr eyledi. (Böyle olunca ba'zısına îman ve ba'zısına inkâr etti)* (14).

Ya'nî erbâb-ı i'tikâdâtın (inanç sahiplerinin) tenevvü'-i i'tikâdâtı (inançlarındaki çeşitlilik) keyfiyyeti (hususu) zâhirdir (meydandadır).  Bu gizli bir şey değildir; her an herkesin gördüğü bir şeydir. Binâenaleyh (nitekim) Hakk'ı i'tikâd-ı mahsûsu (kendi inancı) ile takyîd eden (kayıtlayan, sınırlayan) kimse, bu i'tikâdının gayrı (inandığından başka) olan i'tikadları (inançları) kabûl etmeyip inkâr eder. Zîrâ Hakk'ın bu i'tikadât sûretinde (inandığı şekilde)  vâki' olan (olagelen, gerçekleşen) tecellîsi kendi i’tikâdına muhâlif (inancına aykırı) ve zannına mugâyirdir (zıttır). Fakat kendi i'tikâdına (inancına) muvâfık (uygun) olarak Hak tecellî edince (belirince, görününce),  onu kabûl edip Hak olduğunu ârif olur (bilir). Zîrâ Hakk'ın böyle olacağını zannetmiş idi. Binâenaleyh (nitekim) ashâb-ı i'tikâd (inanan kişiler) arasında dâimâ ihtilaf (farklılık, ayrılık) ve tenâkür (tanımazlık, bilmezlik) vardır. Biri diğerini red ve cerh eder (kırar, yaralar). Onların işi inkâr ile ikrâr (kabul) arasındadır. Velâkin İnsân-ı Kâmil’in hâli böyle değildir. O her sûrette mütecellî olan (görünenin) Hak olduğunu bilir. Çünkü bir i'tikâd-ı mahsûs (kendine has bir inanç) ile bağlanıp kalmamıştır. Ve sûretlerin kâffesini (hepsini) vücûd-ı vâhid (tek vücut) olarak görür. Zîrâ ıtlâk (kayıtsızlık) sâhibidir. Her sûrette Hakk'ı müşâhede edip (görüp) O'na âbid (kul) ve sâcid (secde eden) olur. Nitekim:

Bir gün Hz. Mevlânâ (r.a.), esnâ-yı râhda (yolda giderken), bir râhibe tesâdüf edip, tevâzuan (alçak gönüllükle) ona eğilirler. Râhib dahi bi'l-mukâbele (karşısında) öyle yapar. Her ikisi de müddet-i medîde (uzun zaman) o halde kalır. Nihâyet râhib doğrulur, Mevlânâ efendimiz dahi doğrulup geçer giderler. Bu hâlin sebebini istifsâr edenlere, (soranlara) Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr (elinden tutulan ihtiyar) cevâben buyururlar ki: "Bir râhib, ahlâk-ı Resûlullah (s.a.v.)’den (Peygamberimizin ahlakından) olan hulk-ı tevâzu' (alçak gönüllülük) ile bize galebe çalmak (üstün gelmek) istedi, muvaffak olmadı; el-hamdüllillah biz ona galebe ettik (üstün geldik) . " İmdi bu sebeb-i zâhirî (dıştan görünen sebebi) idi. Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr (elinden tutulan yaşlı kişi, “Hz. Mevlana”), sebeb-i bâtınînın (sebebin iç yüzünü) beyânından (açıklamaktan), ukûl-i zaîfeye (aklı az olanlara, akıl erdiremeyeceklere) terahhümen, (merhamet ederek, acıyarak) ictinâb buyurdular (çekindiler, kaçındılar). Hakîkat-ı hâl (gerçek durum) ise, İnsân-ı Kâmil’in makâm-ı ıtlâkta, (kayıtsızlık makamında) Hakk'ın gayrını (Hakk’tan başkasını) müşâhede etmemesi (görmemesi) îdi.

Nitekim buyururlar:

Tercüme: "Gamın ne tâkatı (gücü) vardır ki, bizim adımızı ansın. El çırp ki biz, gamdan (keder, tasadan) ve gam-hârdan (kederlenmekten)  fâriğiz (vazgeçmişiz). Biz söylüyoruz. Sen ise bizi inkâr edip durursun. Biz makam-ı ıtlakta (kayıtsızlık makamında) olduğumuz için, her iki âlemin ikrârından (kabulünden) ve inkârından (reddinden) fâriğiz.(vazgeçmişiz)"

Ve Hakk'ı takyîdden ıtlak eden kimse, Hakk'ın her bir sûrette olan tahavvülünü, inkâr etmeyip ikrâr eder ve o kimse Hakk'ın ilâ-mâ-lâ-yetenâhî, ona tecellî eylediği sûrette o  sûretin kadrini Hakk'a verir (15).

Ya'nî Hakk'ı bi'l-cümle i'tikâd (bütün inandığı) sûretleriyle takyîdden (kayıt altına almaktan) ve hattâ ıtlâktan (kayıtsızlıktan) ,  ıtlâk ile tavsîf eden (kurtaran) kimse, Hakk'ın tecellî (görünme, belirme) ile tahavvül ettiği (değiştiği) i'tikâd sûretlerinden (inandığı suretlerden) her bir sûrette, Hakk'a inkâr etmeyip ikrâr eder (kabul eder) ve suver-i i'tikâdiyyeden (inandığı suretlerden) herhangi bir sûret olursa olsun, onun Hak olduğunu bilir ve böyle bir ârif-i kâmile (tam bilgi sahibine) Hak Teâlâ ilâ-mâ-lâ-yetenâhî (nihayetsiz, sonsuz) tecellî (ilham) ettikde kâbiliyyet-i zâtiyyesinin (kişinin kendi kabiliyetinin) vüs'atı (genişliği) ve makâm-ı ıtlâkta (kayıtsızlık makamında) bulunması hasebiyle, o tecellî sûretinin (beliren, görünen suretin) mikdârı ve şekil ve hey'eti, (sureti) olduğu hâl üzere, o kâmilde zâhir olur (meydana çıkar, görünür) ve o dahî o sûreti kabûl edîp onun kadrini (değerini, itibarını) ve hey'etini (suretini) mutlak (kayıtsız, hür) olan nefs-i kâbilesinden (nefsinin kabul edişinden dolayı) Hakk'a i'tâ eder (verir) ve Hakk'ın ona tecellî ettiği (belirdiği, göründüğü) sûret ile Hakk'a zâhir olur (görünür).  Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) bâlâda (yukarıda): "Abd, (kul) Hakk'ın ona tecellî ettiği (belirdiği, göründüğü, ilham olunduğu) sûrette o sûret mikdârı üzere Hakk'a zâhir olur (görünür)” buyurmuş idi. Ve Hak tarafından vâki' olan (olagelen) tecelli sûretlerinin (ilham olunan, beliren suretlerin) nihâyeti yoktur. Binâenaleyh (nitekim) ârif-i kâmil (Hakk’ı tam eksiksiz bilen kişi) bî-nihâye (sonsuz) olan tecellînin (meydana çıkanın, belirenin) sûreti ne mikdâr ise, onu kendi nefsinden Hakk'a verir ve o sûretle de Hakk'a zâhir olur. Zîrâ mahâll (yer, görüneceği mahal, birim) olmayınca tecellînin sûreti dahî zâhir olmaz (açığa çıkmaz, görünmez) ve ârif-i kâmil (Hakk’ı eksiksiz, tam bilen kişi) ilâ-gayri'n-nihâye (nihayetsiz bir şekilde, sonsuz olarak) Hak ile sûrette (görünüşte) mütekallib (değişen) ve mütehavvil (değişken) olur. Ve tecellî-i gaybî-i Zâtî (Zatından Zatına tecelliler), gayb-ı mutlak-ı İlâhî’den (Mutlak Zat’tan)  dâimâ tulû' eder (doğar) ve ârif-i kâmil dahi dâimâ kabûl eyler ve o tecellînin nihâyeti olmadığından, bu ârif-i kâmil (Hakk’ı tam eksiksiz bilen kişi) dahi o tecellî indinde (tecelli sırasında tecellinin) vâkıf (farkına varmaz, haberi) olmaz.  Velhâsıl Hakk'ı ıtlâk eden (herhangi bir kayıt altına almayan) kimse, ancak kâ­mil ve âlim ve âmil olan (işi yapan) abddir (kuldur) ve onun isti'dâdı küllî (bütün, tam) ve kalbi matlûbunun (arzuladığının (Hakk’ın) tecelliyâtı (tecellileri, ilhamları) ile meşhûndur (dolmuştur). Ve kuyûd-ı i'tikâdiyye (inancıyla kayıtladığı) nukûşundan  (nakışlarından, resimlerinden) mutlak (kurtulmuş) olması hasebiyle (bakımından) ıtlâk-ı Hakk'a (Hakk’ın kayıtsızlığına) mukâbildir (karşılıktır). Suver-i kevniyye âyînelerinde (evren suret aynalarında) mahbûb-i Mutlak’ın (sevgili Mutlak’ın, Tek’in) cemâlini görüp âtîdeki (aşağıdaki) beytin kâili (söyleyeni) olur.

Beyt:
Tercüme: "Onun üzerinde ister cübbe ve ister gömlek olsun, onu herhangi sûrette görürsem göreyim, benim canımdır."

Ve kezâ ârifler hakkında, ilm-i billah için nihâyet yoktur ki, onun indinde vâkıf olsun. Belki ârif: “Yâ Rabb bana ilmi ziyâde et, yâ Rabb bana ilmi ziyâde et, yâ Rabb bana ilmi ziyâde et!" diyerek ilm-i billahdan ziyâdeyi taleb eder. Böyle olunca emr, tarefeyden nâmütenâhîdir (16).

Ya'nî tecellînin (belirmelerin, meydana çıkmaların, ilhamların) nihâyeti olmadığı gibi, ma'rifet-i İlâhiyyenin (Hakk’ı bilmenin) de nihâyeti yoktur. Tâ ki ariflerin kalbi "İşte ilm-i billah (Hakk ilmi, Hakk’ı bilme) bu kâdardır" diyerek, tahsîl ettiği mikdâr ile (öğrendiği kadarıyla) iktifâ edip dursun (yeterli bulup yetinsin). Binâenaleyh (nitekim) Hak tarafından emr-i tecellî (tecelli hususu) ve ârif-i kâmil tarafından dahî ma'rifet-i İlâhiyye’den (Hakk ilminden) ziyâdeyi taleb emri (daha fazlasını arzulama hususu) bitmez, tükenmez. Nitekim cenâb-ı Sa'dî buna işâreten buyurur.

Beyt:
Tercüme: "Ne O'nun hüsnünün
(güzelliklerinin) nihâyeti (sonu) vardır, ne de Sa'dî'nin sözünün pâyânı... (sonu) Su içip kanmamak hastaliğına giriftâr (tutulmuş) olan kimse, susuz ölür. Halbuki deryâ, (deniz) öylece bâkîdir."

Ve (S.a.v.) Efendimiz emr-i Hak'la ................ (Tâhâ, 20/114) bu­yurup, ma'rifet-i İlâhiyyenin (Hakk’ı bilme ilminin) tezâyüdünü (çoğalmasını) taleb etti. (istedi) Ve ilm-i billâhın (Hakk ilminin) nâmütenâhî (sonsuz) olması, tecellîye tâbi' (bağlı) olmasındandır. Çünkü Hak nâmütenâhî (sonsuz) olduğundan, tecellîsi dahî nâmütenâhidir. (sonsuzdur) Makâm-ı ıtlakta (kayıtsızlık makamında) bulunup kalb-i şerîfi tecelliyât-ı (kalbe doğan tecellileri, ilhamları) mâ-lâ-nihâye-i İlâhî (sonsuz, ucsuz bucaksız hak) ile meşhûn (dolu) olan böyle bir ârif-i kâmilin (hakk’ı tam bilenin) hâl ve zevkine bir şemmecik ıttıla’ (azıcık bilmek) için Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimizin bir gazel-i âlîlerini (yüce beytlerini) burada zikretmek (tekrarlamak) münâsib (uygun) görülür:

Bu,halk ve Hak dediğin vakittedir. Ve sen Allah Teâlâ'nın "Ben abdin yürüdüğü ayağı ve tuttuğu eli ve söylediği lisânı olurum." Ve kuvâdan ve a'zâ olan onların mahallerinden bunun gayrına varıncaya kadar vâki' olan kavline nazar edersen, tefrîk etmezsin. Böyle olunca, emrin küllîsi Hak'tır; veyâhût emrin küllîsi halktır, dersin. İmdi o, bir nisbetle halktır ve o, bir nisbetle Hak'tır. Halbuki "ayn" birdir. Binâenaleyh, tecellî eden şeyin sûretinin "ayn"ı, bu tecellîyi kabûl eden şe­yin sûretinin "ayn"ıdır: Böyle olunca. O mütecellîdir ve mütecellâ-lehdir (17).

Ya'nî Hak, abde (kulda) tecellî etdikde (belirdiğinde, ilham olunduğunda),  o tecellînin sûretini abd (kul), Hakk'a i'tâ etmek (vermek)  ve o tecellî sûretiyle Hakk'a zâhir olmak (görünmek),  makâm-ı cem' (cem olduğu mertebe) ve tafsile (detaya, çokluklara) bakıp vücûd Hak ile halktır (vücut Hakk’ın varlığı ile yaratılmıştır), dediğin vakitte olur. Ve sen Hak Teâlâ hazretlerinin ............................................. hadîs-i kudsîsine nazar ettiğin (baktığın) vakitte hüviyyet-i Hak (Hakk’ın hakikâti, Zat’ı) abdin kuvâsının (kulun meleki güçlerinin) ve kuvanın (meleki güçlerinin) mahalleri (göründüğü yer) olan a'zâsının (uzuvlarının, organlarının) "ayn''ı (Zatı, hakikâti) olduğunu anlar ve artık Hak ile halk (yaratılmış) beynini (arasını) tefrîk etmezsin (ayırmazsın). Binâenaleyh (nitekim) bu hadîs-i kudsînin (kudsi hadisin) mefhûmu mûcibince (manası gereğince),  emr-i vücûdun hepsi Hak'tır veyâhut halktır, (yaratılmıştır) dersin. Şu halde emr-i vücûd bir nisbetle (bakımdan) halk (yaratılmış) ve bir nisbetle (bakımdan) Hak'tır. Ve hakîkat-ı vücûd (tek olan gerçek vücut) ise ayn-ı vâhide (tek hakikât) ve zât-ı ahadiyyetten (tek Zat’tan) ibâret olup, onda  tekessür (çoğalma) ve taaddüd (sayısında artma) yoktur. Zîrâ vâhid (tek) nefsinde tekessür (çoğalma) ve taaddüd etmez (sayısı artmaz) . Nısfıyyet (yarımlık) ve sülüsiyyet (üçte birlik) ve rub'iyyet (dörtte birlik) gibi şeyler onun bâtınındaki (ruhundaki) nisbetleridir (vasıflardır). Bu nisebin (sıfatların) zuhûru (açığa çıkması) vâhidin taaddüdünü (tekin çoğalmasını) mûcib olmaz (gerektirmez). Binâenaleyh (nitekim) keserât-ı halkıyye, (yaratılmış çokluklar) ayn-ı vâhideden (tek hakikâtten) ibâret olan hakîkat-ı vücûdun (gerçek olan tek vücudun) nisbetleridir (sıfatlarıdır, özellikleridir). Şu halde bâtından tecellî eden (içten doğan, beliren) şeyin sûreti hakîkat i'tibâriyle (hakikâti bakımından),  ism-i Zâhir'in (Zahir isminin) tecellîsiyle (belirmesiyle) zâhir olup (açığa çıkıp) o tecellîyi kabûl eden şeyin sûretinin “ayn”ı (tıpkı, aynı) olur. Ve Hak, Bâtın i'tibâriye (ruhu bakımından) mütecellî (tecelli eden) ve Zâhir i'tibâriyle (görünmeleri bakımından) de mütecellâ-leh (tecellileri kabul eden) olur. Ve bu sûrette mütecellî (tecelli eden) ile mütecellâleh (tecellileri kabul eden) şey'-i vâhidden (tek şeyden) ibâret bulunur. Bu hâl tıpkı, şahs-ı vâhidin (bir kişinin) bir elinde bulunan bir şeyi, diğer eline vaz' etmesine (koymasına) benzer. Bu verip alma, şahs-ı vâhidin (tek şahsın) nefsinde vâki' olduğundan (olageldiğinden) i'tâ (verme) ve ahz (alma) şey'-i vâhid (tek şey) olmuş olur.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-03.08.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail