122. Bölüm

KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR
 

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Mâdemki renksizlik rengin esîri oldu, Mûsâ Mûsâ ile cenkte (savaşta) oldu.” "Renksizlik" ıtlâk (kayıtsızlık) ve vahdet-i sırftır (sırf tekliktir). "Renk" âlem-i takayyüdât-ı şuûnât (âlemin işleri ile uğraşmak) demektir. "Mûsâ ile Mûsâ"dan murâd, kisve-i taayyüne  (taayyün elbisesine) bürünüp, zâhir olmuş (açığa çıkmış) olan herhangi bir şahıstır ki, bir şahıs diğer bir şahıs ile münâzaa (münakaşa) ve mücâdelededir, demek olur. Ya'nî Hakk'ın şuûnât-ı zâtiyyesi (Zât’ına ait işleri , fiilleri) olan sıfât ve esmâ, Zât-ı ahadiyyetinde (ahad olan zatında) mahv (yok olmuş) ve müstehlek (helak olmuş) iken, bu şuûnât-ı Zâtiyye (Zât’ının fiilleri, işleri) mertebe-i vâhidiyyette (taayyün-i sânî mertebesinde) yekdîğerinden (birbirlerinden) ilmen mümtâz (ayrılmış) ve ayn-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) sûreti üzere vücûd-ı hâricîde (dünyada) müteayyin oldular (bellilik kazanıp, meydana çıktılar). Ve bu şuûnâtın (işlerin) her biri yekdîğerine (birbirlerine) zıt olan ahkâmı (hükümleri, emirleri) câmi' olduklarından, (kendilerinde topladıklarından) onların vücûd-ı hâricîde (dünyada) müteayyin olan (belirlilik kazanan) sûretleri arasında, bu tezâd (zıtlık) sebebiyle kavgalar zuhûra geldi. Binâenaleyh (nitekim), Mûsâ (a.s) ile, bir adı Mûsâ olan Sâmirî arasında nizâ' (münakaşa, kavga) hâsıl oldu.

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Vaktâki (ne zaman ki) renksizliğe (sırf vahdete) vâsıl olasın (ulaşasın) ki, o sende vardı, Mûsâ Fir'avn ile sulh (barış) tutarlar." Ya'nî vaktâki (ne zaman ki) teemmül (iyi düşünerek) ve tefekkür ve keşf-i sahîh (tam gerçek keşifle) ve şuhûd (müşahede) ile renksizliğe vâsıl olasın (ulaşasın) ve âlem-i ıtlâkı (kayıtsızlık âlemini (Zât mertebesini) mülâhaza (iyice düşünesin, dikkât) edesin ki, sen mukaddemâ, (daha önce) ya'nî bu kisve-i taayyüne (suretlenmezden, taayyün elbisesine) bürünmezden evvel, o âlem-i ıtlâkta (kayıtsızlık âleminde, Zât’ta) idin, Mûsâ (a.s.) ile Fir'avn arasında kavga olmayıp belki sulh ve dostluk olduğunu görürsün. Zîrâ beynlerinde (aralarında) zıddıyyet olan bu a'yân-ı hâriciyye (açığa çıkmış varlıklar), a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) ve a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretleri) dahi", Hakk'ın niseb (sıfatları) ve şuûn-i Zâtiyyesinin (Zât’ının işlerinin, fiillerinin) sûretleridir. Şuûn-i Zâtiyye (Zât’ın işleri) ise mertebe-i ahadiyyette (Zât’ta) mahv (yok) ve müstehlek (helak) olup aralarında temâyüz (üstünlük) ve ihtilâf (anlaşmazlık) yoktur. Cümlesi (bütün hepsi) o mertebede müttehıddir (birleşmiş, bir olmuştur) .

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Eğer bu nükte (ince mana) üzerine sana suâl etmek dâiyesi (arzusu) gelirse ki, renk ne vakit kıyl u kâlden hâlî (dedikodusuz) olur?" Ya'nî, hem zıddıyet ve hem de ittihâd, (birleşme, bir olma) bu nasıl şeydir? diye suâl edip dersen ki: Renk, ya'nî ihtilâf (farklılık, aykırılık),  dedikodudan hiç hâli (dedikodusu yapılmadan hiç) olur mu? Ve onlarda ihtilâf (farklılık, uyuşmazlık) mevcûd iken ittihâd ederler mi?  (bir olur, birleşirler mi?)

Mesnevî:

Tercüme: "Bu acîbdir (şaşılacak şeydir) ki, bu renk renksizden sudûr etsin (çıksın),  renk renksiz ile nasıl cenge (kavgaya) kıyâm etti (kalkıştı) ? " Bu da sûaldendir, ya'nî bu, rengin  renksizden sudûru (çıkışı) ve sonra da kavgaya kıyâmı (kalkışması) acîb (şaşılacak) bir şeydir, nasıl olur?

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: (Açıklaması) Hz. Mevlânâ (r.a.) bu suâle (soruya) cevâben (cevap olarak) misâl îrâd edip (getirip) buyururlar kî: "Yağın aslı sudan ziyâde olur.  Ba'dehû (daha sonra) su ile nasıl zıt olur? Mâdemki yağı sudan yoğurmuşlardır, su yağ ile niçin zıt olmuşlardır? Ve mâdemki gül dikenden ve diken de güldendir, niçin her ikisi cenkte (kavgada) ve muhâlefet (zıtlık) içindedir?" Ya'nî zeytin ağacı, ............................... (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) her şey gibi sudan neşv ü nemâ (yetişip gelişir) ve hayât bulur ve onun semeresi (meyvası) olan zeytin yetişir; ondan yağ çıkarılır; sudan hayât bulmuş iken âkıbetü'l-emr (işin sonunda) ona zıt olur ve bir türlü su ile ittihâd edemez (birleşemez, bir olamaz).  Ve kezâ gül ve diken bir asıldan çıkmıştır; niçin hükümleri başka başkadır? İşte bu hâl onların taayyünleri (meydana gelişleri, oluşları) ve takayyüdleri (bağlılıkları, kayıtlılıkları) icâbıdır. Mutlakıyyet (kayıtsızlık), mukayyediyyetin (kayıtlılığın) esîri olunca kavga ve nizâ' (münakaşa, çekişme) zâhir olur (görülür) .  

Mesnevî:

Tercüme: "Yâhut bu cenk değildir, hikmet içindir. Eşek satanların kavgası gibi, san’attır. Yâhut ne budur, ne de odur; "hayranlık"tır. Sen hazîneyi tâleb et! Hazîne vîranlıktadır."

Îzâh: Yâhut bu müteayyinâtın (meydana çıkmışların) aslı bir olduğu halde, yekdîğeriyle (birbirleriyle) nizâ' (kavga, münakaşa) etmeleri cenk (savaş) değildir, bir hikmete mebnîdir (dayalıdır).  Nitekim, har-furûş olan (eşek satan) dellâllar sûretâ (görünüşte) nizâ' eder (çekişip kavga eder) gibi görünüyorlar; fakat bu nizâ' (münakaşa, çekişme) değil, san'atlarının iktizâsıdır (yaptıkları işin gereğidir).  Yâhut taayyünâtın (meydana çıkmışların) bu tezâdı (zıtlığı) ne cenktir (savaştır) ve ne de har-furûşların (eşek satıcıların) san'atı gibi bir hikmete müsteniddir (dayalıdır) ; belki "hayranlık"tır. Sen mir'ât-ı a'yânda (a’yân aynalarında) müşâhede-i Hakk'ı (Hakk’ı seyretmeyi) taleb et (iste) ! Zîrâ şuhûd-ı Hak (Hakk’ı görmek) hayranlıktadır ve bu hayranlık hayret-i mahmûdedir (beğenilen, övülen hayrettir). Nitekim (s.a.v ) Efendimiz Hazretleri: buyurmuşlardır.

Ma'lûm olsun ki, Hakk'ın sıfâtı şuûnât-ı Zâtiyyesidir (Zât’ın işleri fiilleridir). Ve bu şuûnât (işler, fiiller) mertebe-i Zât’ta mahv (yok) ve müstehlek (helak) olup yekdîğerinden (birbirlerinden) mütemâyiz (üstün) değildir. Fakat Hak, mertebe-i vâhidiyyet olan mertebe-i sıfâta (sıfat mertebesine) tenez­zül buyurdukda (indiğinde),  onların sûretleri ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) mutasavver (tasarlanmış, düşünülmüş) ve yekdîğerinden (birbirlerinden) mümtâz (ayrı, üstün tutulmuş) olurlar. Ve bu âlem-i kesîf-i şehâdette (içinde bulunduğumuz madde aleminde) zâhir olan (görülen) suver-i taayyünât (açığa çıkmış suretler) ise onların sûretleridir. Vücûd-ı mutlakın (mutlak vücudun, zatın) tenezzülâtı, (inişi) ancak kemâl-i esmâîden (esmaların kemallerinden) ibâret olan kemâl-i celâ (zatından zatına nüzül) ve isticlâdır. (taayünatında, birimlerde açığa çıkmasıdır) "Kemâl-i celâ" (bulunduğu mertebeden ayrılması, zatından zatına nüzülü) vücûd-i mutlakın (mutlak vücut sahibi, zatın) cemî-'i şuûn-ı ilâhiyye (bütün ilahi işler) ve kevniyyede (evrende) ezelen ve ebeden zuhûrudur. (görünmesi, açığa çıkmasıdır) Ve "kemâl-i isticlâ" (taayyünatında, birimlerde açığa çıkması) dahî vücûd-ı mutlakın (mutlak zatın) kendisini, bu şuûnât (işler) hasebiyle şuhûdudur. (görünmeleridir) Binâenaleyh (nitekim) o zuhûr, (meydana çıkma) Şeyh Sadreddin Konevî hazretlerinin tahkîki vech ile, (tahkikine, araştırmasına göre) mücmelin (hülâsanın, özün) mufassalda, (tafsilatta, detayda) vâhiddin (tekin) kesrette (çoklukta) ve çekirdeğin ağaçta zuhûru (meydana çıkması) gibi, şuhûd-ı aynî-i ayânîdir. (kendi kendini seyirdir) Ve Şeyh Abdürrezzâk Kâşâni hazretleri Istılâhât-ında buyururlar ki: "Celâ, zât-ı mukaddesenin (mukaddes zatın) kendi zâtında, kendi zâtı için zuhûrudur. (açığa çıkmasıdır) Ve isticlâ ise, kendi taayyünâtında kendi zâtı için zuhûrudur." Bu tafsîlâttan anlaşılır ki, mezâhirde (görüntü yerlerinde) olan ihtilâf (farklı olma, aykırılık) ve nizâ' (çekişme, münakaşa) esmâ beynindeki (arasındaki) tezâd (zıtlık) ve teğâyürdendir; (başkalaşımındandır) ve bu tezâd (zıtlık) ve tegâyür (değişim) ise emr-i i'tibârîdir. (gerçekte olmayıp var kabul edilen hususlardır) Zîrâ cümlesi (hepsi) ayn-ı vâhidede (tek hakikatte) muzmahildir (çökmüş, yok olmuştur) ve saâdet (mutluluk) ve şekâvet (mutsuzluk) emr-i nisbîdir (görelidir, bir şeye göre olandır) .  Hakîkatte şakî ile saîd mütte­hıddir (birleşmiştir, birdir) . Nitekim, Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî'lerinde buyururlar:

Tercüme: "Bu ben ve biz dediğimiz taayyünâtı (meydana çıkan birimleri) kendin ile hizmet oyununu oynamak için düzdün. Bu ben ve sen taayyünâtı ittihâd (birleştirip, bir) edip; âkıbetü'l-emr (işin sonunda) müstağrak-ı cânân olalar. (cananda gark olsunlar, boğulsunlar) "

Ve'l-hâsıl bu mezâhir-i müteayyine (açığa çıkmış görüntü yerleri, birimler) Hakk'ın mir'âtıdır (aynasıdır) . Hak onlarda esmâsıyla meşhûddur (görülür) .  Binâenaleyh (nitekim) bu tezâdı (zıtlıkları) görüp "hayret"te kal ve bu şuûnât (işler, fiiller), Zât-ı Hakk'ın muktezâsı (gerekleri) olduğunu bilip deryâ-yı ma'rifete (marifet denizine, ilim denizine) dal!

 İntihâ: 13 Teşrîn-i evvel 332; 28 Zilhicce 334 Perşembe gecesi, sâat 4,5.

                                 ---İkinci cildin sonu ---

 ( Devam edecek)

 

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.07.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail