120. Bölüm

KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR

Ve bunun için Hak Teâlâ iki ferîk hakkında beşâretle kail oldu. Ya'nî onlârın beşerelerinde müessir olan bir kelâm söyler. İmdi süadâ hakkında: ........................................ (Tevbe, 9/21) Ya'nî, "Rableri onlara rahmet ve rıd­vâni ile beşâret verir" buyurdu. Ve eşkıyâ hakkında da ......................................... (Âl-i İmran, 3/21) Ya'nî: "Yâ habîbim, sen onlara azâb-ı elîm ile beşâret ver!" buyurdu. Binâenaleyh, her bir tâifenin beşeresinde, onların nüfûsunda bu kelâmın eserinden hâsıl olan şey te'sîr eyledi. Böyle olunca, onların üzerinde ancak onların bâtınlarında mefhûmdan müstakırr olan şeyin hükmü zâhir oldu. Şu halde onlârda onların gayri bir şey te'sîr etmedi. Nitekim "tekvîn" de onlardan oldu (18).

Ya'nî saîd (mutlu) olanlar ile şakî (mutsuz) olanların beşerelerinde (derilerinde, ciltlerinde) te'sîr vâkı' (etki mevcut) olduğu için Hak Teâlâ onlar hakkında beşâret (müjde) ile kâil (söz eden) oldu. Ya'ni onlara beşerelerinde (derilerinde) eser hâsıl eden (tesir, işaret bırakan) bir söz söyler. Eğer o sözü söylememiş olsa, o eser (tesir) zâhir olmazdı (görülmezdi). Saîd (mutlu) olanların beşeresinde (derilerinde) te'sîr (etki) vukû'a getiren (oluşturan) kelâm ......................................... (Tevbe, 9/21) kavli (sözü) ve şakî (mutsuz) olanların beşeresinde (derilerinde) te'sîr eden kelâm dahi .......................... (Âl-i İmrân, 3/21) kelâmıdır. Binâenaleyh (nitekim), bu iki fırkadan (insan grubundan) her biri, kendilerine âit olan kelâmı işittiklerinde biri mesrûr (mutlu sevinçli) ve diğeri mağmûm (gamlı, kederli) olur ve sürûr (sevinç) ve gamın eseri, beşerelerinde (derilerinde) zâhir olur (görülür, açığa çıkar).

Meselâ bir pâdişah kölelerinden birine: "Sana şöyle ihsân ve ikrâm edeceğim" dese, bu kelâm o köleyi mesrûr (sevindirir, mutlu) eder ve bu sürûrun (sevincin) eseri (etkisi) onun vechinde (yüzünde) zâhir olur (görülür). Ve diğerine "Sana  şöyle siyâset ve böyle cezâ edeceğim" dese, o köle bu sözden elem-nâk (elemli, üzüntülü) olup, te'sîri (etkisi) yüzünde nümâyân (belli) olur. Onların nefislerinde vâkı' olan (oluşan) bu te'sîr, yine kendi zatlarındandır (hakikâtlerindendir).  Bunda kimsenin dahli (etkisi, müdehalesi) yoktur. Binâenaleyh (nitekim), süadâ (mutlu kişiler) ve eşkıyânın zâhirlerinde (dış görünüşlerinde) nümâyân (aşikâr, belli) olan şey, ancak kelâmın (sözün) mefhûmundan (manasından),  onların bâtınlarında (ruhlarında) müstakırr olan (yerleşmiş bulunan) şeyin (ilmi suretin) hükmüdür (emridir). Nitekim "Kün!" (ol) emrinin, sudûrunda (çıkışında) onlar "tekvîn" (yaratma) ile me'mûr (vazifeli) olduklarında, zatlarında olan isti'dâdât-ı mahsûsaları (kendilerine ait, kendilerindeki istidad) hasebiyle mütekevvin (yaratıldılar, var) oldular.

Ma'lûm olsun ki, her bir şahıs, aynı- sâbitesinin (ilmi suretinin) ve ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) dahî bir ism-i İlâhî’nin zıllı (gölgesi) ve sûretidir. Binâenaleyh (nitekim) o şahıs o ismin zâhiri (dış görünüşü) ve o isim dahî o şahsın bâtını (ruhu) olmuş olur. İmdi mâdemki süadâ (said, mutlu kişiler) ve eşkıyânın zâhirlerinde (bedenlerinde) nümâyân (belli aşikâr) olan şey, onların bâtınlarında (ruhlarında) müstakırr olan (bulunan) şeyin hükmüdür, şu halde her bir şahsın zâhirinde (görünüşünde) meşhûd olan (görülen) îmân ve a'mâl-i sâliha (iyi işler) ve ulûm-i nâfia (faydalı ilimler) ve ahvâl-i seniyye (yüce haller) ve kemâl (mükemmellik) ve kezâ küfür ve a'mâl-i kabîha (kötü işler) ve ulum-i gayr-ı nâfıa (faydası olmayan ilimler) ve cehl (bilgisizlik) ve ahvâl-i seyyie (kötü haller),  hep onların bâtınları (ruhları) olan a'yân-ı sâbitelerinde (ilmi suretlerinde) ) müstakırr (bulunan) ve sâbit (mevcut) olan şeydir ve a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) bâtını (ruhu, hakikâti) dahî esmâ-ı İlâhiyye’dir (İlahi esmadır).  Böyle olunca "Kün!" (ol) emrinin sudûrunda, (çıkışında) onların a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretleri) ne sûret üzerine idiyse, o sûret üzere tekevvünü (oluşmayı, meydana gelmeyi) kabûl edip kendi nefisleriyle mütekevvin oldular (meydana çıktılar). Binâenaleyh (nitekim), bu hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz mertebede, dünyada) kendilerinden sâdır olan (çıkan) a'mâl (işler, fiiller), zatlarında  bi'l-kuvve (potansiyel güç olarak) mevcûd olan şeyin, bi'l-fiil (fiil, iş olarak) zuhûrundan (açığa çıkışından) ibâret olur, Ve bu sûrette eser, onların yine kendi zatlarından ve amelleri (yaptıklarının) mukâbilinde (karşılığında) vâkı' olan (oluşan) mücâzât (ceza) ve mükâfât dahi kezâlik (böylece) kendi zatlarındandır. Şu halde kimsenin Hakk'a karşı "Niçin bunu böyle yaptın?" diye suâl sormaya hakkı, yoktur. Belki suâl kendilerine teveccüh eder (yöneltilir). ........................  (Enbiyâ, 21/23).

Öyle ise, nâs üzere hüccet-i bâliğa sâbittir. Binâenaleyh, her kim bu hikmeti anlar ve onu kendi  nefsinde takrîr eyler ve onu kendisi için meşhûd kılarsa, kendinin gayrına taal­luktan nefsine râhat verir ve ona hayır ve şerrin ancak kendinden geldiğini bilir. Ve "hayır" ile benim murâdım onun garazına muvâfık ve tab'ına ve mizâcına mülâyim olan şeydir ve şer ile murâdım dahi, onun garazına muvâfık ve tâb' ve mizâcına mülâyim olmayan şeydir (19).

Mâ'lûm olsun ki, nâmütenâhî (sonsuz) olan vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın (mutlak Zat’ın) mertebeleri vardır. Ve onun "taayyünsüzlük" mertebesi olan mertebe-i ahadiyyeti, hiçbir sıfat ile muttasıf (vasıflanmış) ve hiçbir isim ile mevsûm (isimlendirilmiş) değildir. Bu mertebeye akıl ve zekâ, fehim (anlayış) ve vehim ve idrâk erişmez ve bundan bahsetmek sırf hamâkattır (ahmaklıktır).Binâenaleyh (nitekim), bu mertebede cemî'-i sıfât (bütün sıfatlar) ve niseb (vasıflar) bi'l-kuvve (güç, kuvvet, potansiyel olarak) Zât'da mündemic (Zat’ın içinde mevcut) olup onun lâzımıdır ve aslâ ondan münfekk (ayrı, ayrılmış) değildir.

Vücûd-ı mutlak (mutlak Zat) sıfât ve esmâ mertebesine tenezzül ettikde (indiğinde) ilim, sem; basar, kudret gibi niseb (sıfatlar) ve izâfât (bağıntılar, ilişkiler) ile muttasıf olur (vasıflanır). Ve onun bu sıfât ile ittisâfından (sıfatlanmasından) taaddüd-i i'tibârî (gerçekte olmayıp var sayılan çokluk görüntüleri) husûle. gelir. Ve "isim", bir sıfat ile mevsûf (sıfatlanmış) olan Zât'dan ibâret olduğuna göre, sıfât esmânın menşeidir (köküdür). Ve esmâ nâmütenâhî (sonsuz) olmakla berâber, kâffesinin (hepsinin) medlûlü (delalet ettiği) Zât-ı vâhidden (tek Zat’tan) ibâret bulunduğundan, bu tekessür (çoğalma, çokluk) ayn-ı vahdettir (tek hakikâttir).  Ve âlemin (evrenin) zâtı, Zât-ı Kâdir'den mütemeyyiz (farklı, başka) olmuştur ki, bu da isimdir. Ve isim, zâtın gayrı (Zat’tan ayrı, başka) değildir. Bi'l-cümle esmâ (esmanın bütün hepsi)  her ne kadar mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) müttehid (birleşmiş, bir olmuş) iseler de, mertebe-i sıfâtta her birisinin hâsıyyeti (kendine ait kuvvetleri, etkileri, özellikleri) başka başka olduğundan yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılırlar. Binâenaleyh (nitekim), Alîm ismi ma'lûmun (bilinenin) ve Kâdir ismi makdûrun; (takdir olunmuşun, kaderin) ve Hâdî ismi mühtedînin (hidayete erenin) ve Mudill ismi dahî dâllin (delalette olanın) vücûd-i hâricîde (vücut dışında, dünyada) zâhir olmasını (açığa çıkmasını) isterler. Halbuki onların vücûd-ı ilmîleri (ilmi vücutları) mevcût olmaksızın, vücûd-ı hâricîlerinin (suretlerinin) zuhûru (açığa çıkması) mutasavver değildir (düşünülemez). Böyle olunca, Hak Tealâ'nın "Kün! (ol) " emri ile, a'yân-ı mümkinât (mümkün olan şeylerin zatları, hakikâtleri), evvelen (ilk önce) hâl-i ademde (yokluk hali içinde) Hakk'ın ilminde sâbit (mevcut) oldular. Ve bu sübût (sabit oluş) ve takarrur (karar kılma, yerleşme),  Hakk'ın zâtının iktizâsından (gereklerinden) olup onun lâzımıdır. Ve bu a'yân-ı sâbite (ilmi suretler), irâde (dileme) ile mec'ûl (yapılmış, meydana çıkarılmış) değildir; şuûnât-i Zâtiyyedir (Zat’ın fiilleri, işleridir). Ve bu şuûnât (işler) taayyünât-ı ademiyyeden (taayyünsüzlükten) ibârettir ve rubûbiyyetin (esmanın) sırrıdır. Zîrâ bunlar evvelen (ilk önce) gaybdadır (bilinmezlik içindedir) ve mahfidir (gizlidir). Ba'dehû (daha sonra) âlem-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) gelip zâhir (görülür) ve senin ve şunun  bunun taayyünü (sureti, bedeni) ile müteayyin (belli) olurlar. Fakat "hakîkat"leri (ilmi suretleri) aslâ zâhir olmaz (açığa çıkmaz, görülmez). Ve hiçbir mevcûdun ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) zâil (yok) olmadığından, bi't-tabi'(doğal olarak)  rubûbiyyet  dahî aslâ bâtıl (asılsız, boş) olmaz. Gâh (bazen) mevtın-ı dünyâda, (dünya yurdunda) gâh (bazı) mevtın-ı berzahta (berzah yurdunda) ve gâh (bazı) mevtın-ı âhirette (ahiret yurdunda) o mevâtının (yurt edindiği, yerleştiği yerin) îcâbına göre bir kisve-i vücûd (vücut elbisesi) ile müteayyin (belli olur) ve mevcûd olur. Ve cemî'-i mevâtında (bütün mertebelerde) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) mevcudâtın kâffesi, (varlıkların hepsi) Hakk'ın vücûd-ı izâfisidir (göreli, nisbi vücududur).

İmdi mâdemki, sıfât ve esmâ Hakk'ın niseb (vasıfları) ve izâfâtıdır (bağlantılarıdır) ve mevcûdât-ı kesîreden (çokluk görüntülerinden) her birisi, şuûnât-ı İlâhiyye’den (İlahi fiillerden, işlerden) ibâret olan a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) sûretidir ve onların müdebbiri (idare edicisi), kendilerinde zâhir olan (açığa çıkan) esmâdır ve her bir mevcûd, "Kün!" emriyle vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) kendi nefsini îcâd etmiştir (yaratmıştır) ve o esmâ, hâssıyyeti (özellikleri) neden ibâret ise, o sûretle Hakk'ın ma'lûmu (bilineni) bulunmuştur ve Hak onun irâde (dileme) ile gayr-ı mec'ûl (yapılmamış, gelişmemiş) olan isti'dâd-ı Zâtîsi (Kendi istidadının) sûretiyle zuhûrunu (açığa çıkmasını) irâde etmiş (istemiştir) ve hükmünü dahî ancak o mevcûdun lisân-ı isti'dâd (istidadının dili) ile taleb ettiği (istediği) şey üzerine vermiştir. O halde, her bir kimseye hayır ve şerden ne gelirse, kendinden gelir. Bu husûsta hiçbir müessir-i hâricî (dış müdahele, etki) yoktur. Ve "hayır" dediğimiz vakit, her şahsın garazına (maksadına) muvâfık (uygun) ve tab'ınâ (doğasına) mülâyim (uygun, hoş) olan ve "şer" denildikde dahi garazına (maksadına) muvâfık (uygun) ve tab'ına (doğasına) mülâyim (hoş) olmayan şey murâd olunur. Binâenaleyh (nitekim), ehl-i şekâvet, (mutsuz, cehennemlik yaratılmışların) cehennemde tabîatlarına mülâyim (hoş) ve garazlarına (maksatlarına) muvâfık (uygun) olmayan şeyle muazzeb (azap, sıkıntı içinde) olurlar. Ve ........................ (Nebe' 78/23) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere mürûr-ı ahkâbdan (çok uzun yıllar geçmesinden) sonra, (ahkâb "hukub"un cem'idir (çoğuludur), "hukub" seksen yıl ma'nâsına gelir), tabîatlarına mülâyim (hoş) gelmeyen bu azâb ile ülfet peydâ ederek, (azaba alışarak) nefretleri zâil olur (kaybolur) ve o azâb artık tabîatlarına mülâyim (hoş) gelmeğe başlar. Ve azâb "uzûbet"e, ya'nî tatlılığa münkalib (dönüşmüş) olmakla rahmet ve râhata nâil olurlar (kavuşur) ve şerriyet (kötülük) kalmaz.

Latîfe: Bir baba oğul, hâl ve vakitleri yerinde iken fakr u zarûrete (şiddetli yoksulluğa) düşerler. Oğlu babasına: "Baba, bu zarûretle (çaresizlikle) hâlimiz ne olacak?" der. Babası da "Bir sene sabret!" diye cevap verir. Oğlu: "Bir seneden sonra zengin mi olacağız?" suâlini sorar. Babası: "Hayır; zengin olacak değiliz, fakat züğürtlükle ülfet (yoksulluğa alışkanlık) peydâ olacağından, artık muâzzeb (sıkıntı içinde) olmayacağız" cevâbını verir.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-29.06.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail