118. Bölüm

(KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ               FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

Böyle olunca "tekvîn"in aslı teslîs üzere, ya'nî Hak tarafından ve halk tarafından olarak iki taraftan "üç"ten kâim oldu (10).

Ya'nî bâlâda (yukarıda) îzah olunduğu (açıklandığı) üzere tekvînin (yaratmanın) aslı Hak tarafından kâim (mevcut) olan "zât", "irâde" (dileme) ve "kavl"den (emirden) ibâret bulunan üç şey ile ve halk (varlık) tarafından da bu üçe mukâbil (karşılık) olarak kâim (mevcut) olan "şey'iyyet" (objelik, nesnellik), "istimâ"' (işitme) ve "emre imtisal" (emre uyma) keyfiyetlerinden (hususiyetlerinden) ibâret bulunan kezâ (böylece) üç şey ile olmuş olur. Binâenaleyh (nitekim) tekvîn (yaratmak) için iki taraftan teslîsin sübûtu (üçün çıkması) lâzımdır. Bunlardan birisi noksan olsa "tekvîn" (yaratma) kâim (mevcut) olmaz.

Ba'dehû bu teslîs, edille ile îcâd-ı maânîde sârî oldu. İmdi delilde üçten mürekkeb olan "nizâm-ı mahsûs" ve "şart-ı mahsûs" üzere olmak lâbüddür. Ve bu vakitte netîce verir; bu lâbüddür. O nizâm-ı mahsûs dahi, nâzırın delîlini iki "mukaddime"den terkîbidir ki, her bir mukaddime iki "müfred"i hâvîdir. Böyle olunca dört olur. Bu dörtten biri mukaddimeteynde, nikâh gibi, biri diğerine murtabıt olmak için tekerrür eder. Binâenaleyh "müfred" üç olur, ondan gayri olmaz. Zîrâ iki "mukaddime"de bir "müfred" mükerrerdir. İmdi bu tertîb, "vech-i mahsûs" üzere vâkı' olduğu vakit matlûb hâsıl olur. O vech-i mahsûs dahi, onunla teslîs sahîh olan bu "vech-i'müfrid"in tekrârı sebebiyle iki mukaddimeden birinin dîğerine rabtıdır (11 ).

Ya'nî tekvîn (yaratma), ferdiyyet-i selâsiyye üzerine (üçlü teklik üstüne) müstenid (dayalı) olduktan sonra, bu ferdiyyet-i selâsiyye (üçlü tekliğe), edille (işaret) ile birtakım ma'nâların îcâdında (oluşmasında, meydana getirilmesinde) dahî esâs oldu. Şöyle ki, îcâd-ı maânî (mananın meydana getirilmesi) husûsunda delîl, ya'nî kıyâs-ı mantıkî (mantıkta yapılan karşılaştırma), mutlakâ üçten mürekkeb olan nizâm (belli bir düzen üzere) ve "şart-ı mahsûs" (belli şartlar) üzere olmak lâzımdır. Bu takdirde meselâ kıyâs-ı iktirânînin (manada kesin kıyasın) iki "mukaddime"sinden (iki önerisinden) bir netîce çıkar. Delîle nâzır olan (bakan) ehl-i nazar, (görüş sahipleri) bu kıyâs-ı iktirânîyi (kesin kıyası) her birisi iki "müfred"i (tek’i) hâvî olarak, (içine alarak) iki mukaddimeden  terkîb eder. (iki önerinin birleşmesinden meydana getirir) Bu sûrette "müfred" (tek) dört olur; ve bu müfretlerden (teklerden) biri, zevc (koca) ile zevce (kadın) beynini (arasını) rabt eden (bağlayan) nikâh gibi, o iki mukaddimeyi (öneriyi) yekdîğerine (birbirine) rabt (bağlamak) için tekerrür eder. (tekrarlanır) İşte delîlin "nizâm-ı mahsûs" (belli bir kaide) üzere olması budur. Ve nizâm-ı mahsûs (belli bir kaide) üzere bu sûretle tertîb olunan (düzenlenen) delilde "müfred", (tek) ancak üçten ibâret kalmış olur.

Meselâ âlemin (evrenin) hâdis olduğu (sonradan yaratıldığı) ma'nâsını icâd etmek (yapmak) murâd ettiğimizde,  şu vech ile (şu şekilde) bir kıyâs-ı iktirânî (kesin kıyas) tertîb edip (düzenleyip) "Âlem (evren) müteğayyirdir" (değişkendir) her müteğayyir (değişken olan) hâdıstir (yaratılmıştır); öyle ise âlem hâdistir (evren yaratılmıştır)" deriz. Burada biri "Âlem müteğayyirdir" diğeri "Her müteğayyir hâdistir" tarzında iki mukaddime (öneri) vardır. Ve bu mukaddimelerin (önerilerin) her birinde ikişer "müfred" (tek, ikişer kelimeden oluşan tek) mevcuttur ki, bunlar "âlem, müteğayyir, müteğayyir, hâdis" kelimeleridir. Fakat ikinci mukaddimedeki (önsözdeki, önerideki) “müteğayyir" kelimesi tekerrür etmiştir (tekrarlanmıştır). Bu tekerrürün (tekrarın) sebebi de, iki mukaddimeyi (öneriyi, önsözü) birbirine rabt et­mektir (bağlamaktır). Bu mükerrer gelen (tekrarlanan) "müfred"den (tekten, tekrar edilen kelimeden) sarf-ı nazar olundukda, (vazgeçildiğinde) "âlem, müteğayyir, hâdis" kelimelerinden ibâret olmak üzere üç  “müfred” (üç tek, üç tek kelime) kalır.

İmdi bu tertîb (düzen) böyle "vech-i mahsûs" (belli şekil) üzere bulunduğu vakit, iki mukaddimeden (önermeden, ön sözden) matlûb olan (arzu edilen) şey hâsıl olur. (oluşur) Vech-i mahsûs (özel tarafı) dahî, iki mukaddimeden (önermeden) birini diğerine rabt etmektir. (bağlamaktır) Bu rabt (bağ) dahî kendisinin vücûdu ile teslîs (üç, üçleme) sahîh olan (gerçekleşen) "vech-i müfrid"in (müfrid kesr-i râ ile "ifrâd"dan ism-i fâildir) tekerrürü (tekrarı) sebebiyle olur. Bâlâdaki (yukarıdaki) misâl de "vech-i müfrid" (tek olması  dolayısıyle) "müteğayyir" kelimesidir.

Ve “şart-ı mahsûs”, hüküm illetten eâmm veyâ ona müsâvî olmaktır; ve bu takdirde doğru olur; ve eğer böyle olmazsa, o halde hüküm eğri neticeyi müntec olur (12).

Ya'nî, hüküm doğru olmak için delîl, ya'nî kıyâs, bâlâda (yukarıda) izâh olunduğu vech (açıklanan tarafı) ile "nizâm-ı mahsûs" üzere (hususi nizama göre, belli düzen şeklinde) müretteb olmak (düzenlenmesi) lâzım geldiği gibi; "şart-ı mahsûs" üzere (hususi şart üzere, belli şarta göre) de tertîb edilmiş olmak (düzenlenmesi) îcâb eder (gerekir) ve şart-ı mahsûs (belli şart) dahî, hükmün illetten (sebepten) eâmm (daha genel) veyâ ona müsâvî (eşit) olmasıdır. Meselâ bir "kıyâs-ı iktirânî" (manada, kesin kıyas, karşılaştırma) yapıp: "İnsan hayvandır; her hayvan cisimdir; öyle ise her insan cisimdir" deriz. Burada hüküm "cisim"dir. İllet (sebep) de "hayvan"dır. Binâenaleyh (nitekim) hüküm, illetten (sebepten) eâmm (daha genel, umumi) olur. Zîrâ, her hayvan "cisim" ise de, her cisim "hayvan" değildir. Ve cismiyyet yalnız hayvana şâmil olmayıp (hayvanı içine almayıp) âmmeye (umumu, hepsini) şâmildir. (kapsar, içine alır) Ve kezâ (böylece) yine bir kıyâs-ı iktirânî (manasında kesin kıyas, karşılaştırma) yapıp: "İnsan hayvandır ve her hayvan hassâstır (duyguludur); öyle ise insan hassâstır" (duyguludur) deriz. Burada hüküm "hassâs"tır; (“duygulu”dur) ve illet (sebep) "hayvan"dır. Binâenaleyh (nitekim) hüküm illete (sebebe) müsâvîdir (eşittir). Çünkü "hassâs" ve "hayvan" arasında nisbet-i erbaadan (dört durumda) müsâvât (eşitlik) vardır. Ve her "hassâs" hayvan ve her "hayvan" dahî hassastır. İşte delîl, ya'nî kıyâs, (karşılaştırma) böyle nizâm-ı mahsûs (hususi nizam, belli düzen) ve şart-ı mahsûs üzere (hususi şarta, belli şarta göre) müretteb (tertip edilmiş, sıralanmış) olunca, netîce ve hüküm dahi doğru çıkar. Ama bunlara riâyet olunmazsa, (saygı gösterilmez, gözetilmezse) hüküm de bi't-tabi' (doğal olarak) eğri olur. Meselâ "Her insan hayvandır; ve ba'zı hayvan attır; öyle ise her insan attır; veyâ ba'zı insan attır" desek, burada hüküm "at"tır; ve "hayvan" illet (sebep) makâmına vaz' edilmiştir; (konulmuştur) ve "at" hayvandan eâmm (daha genel) değildir. Zîrâ her "at" hayvan ise de, her hayvan at değildir. Binâenaleyh (nitekim) "hüküm" "illet"ten eâmm (daha genel, daha anlamlı) olmamış olur. Ve kezâ hüküm illete (sebebe) müsâvî (eşit) de değildir. Zîrâ her hayvan at değil, belki ba'zı hayvan attır. İşte bu tertîb (düzen) şart-ı mahsûs üzere (belli şarta göre) olmadığı için "Her insan attır" veya "Ba'zı insan attır" gibi bir eğri netîce ve hüküm çıkmıştır.

Ve bu da, Allâh'a, nisbetten muarrâ olduğu halde, ef’âlin abde izâfesi veyâhut sadedinde bulunduğumuz tekvînin Hakk'a izâfesi gibi, âlemde mevcuttur. Halbuki Hak tekvîni, ancak "Kün!" denilen "şey"e muzâf kıldı (13).

Ya'nî hükmün eğri netîceyi müntic olması, (sebebiyet vermesi) âlemde (dünyada) mevcuttur. Nitekim Mu'tezile tâifesi (aklına güvenerek “kul fiilinin halikıdır”demekle hak mezheplerden ayrılan bir fırka) "Kul fıilinin hâlıkıdır" hükmüyle ef’âli (fiilleri) abde muzâf kılarlar; (kula ait, kulla alakalı yaparlar) ve abdden (kuldan) sâdır olan (çıkan) ef’âli (fiilleri) aslâ Hakk'a nisbet etmezler. (bağlamazlar, hakk’a ait yapmazlar) Bu hüküm, eğri bir netîcedir. Çünkü abdin (kulun) vücûdu müstakil (bağımsız) değil, belki Hakk'ın vücûduna muzâf (ait, bağlı) bir vücûddur. Vücûd-ı izâfînin (göreye göre olan, nisbi vücudun) hükmü ise ademiyyettir. (yokluktur) Halbuki fiilin sudûru (çıkışı) için kudret lâzımdır. Ve kudret ise, vücûdun levâzımındandır. (gerekliklerindendir) Ve vücûd-ı müstakil (bağımsız vücut) ancak Hakk'ın vücûdu olduğundan fiil dahî bi't-tabi' (doğal olarak) ona râci' (ait) olur. Abdin (kulun) vücûdu, fâilin (yapanın) fiilini kabûlden başka bir şey yapmaz. Âlem hakkında mevcut olan eğri netîcelerden birisi de, abdin (kulun) "ayn"ına (ilmi suretine, hakikatine) nisbet (alakalı, bağıntılı) olunmaksızın "tekvîn"in, Hakk'a izâfesidir, (bağlanması, alakalı kılınmasıdır) ya'nî "tekvîn" Hakk'ındır; abdin (kulun) "tekvîn"de aslâ dahli (tesiri, karışması) yoktur, diye hüküm vermektir. Halbuki bâlâda (yukarda) îzâh olunduğu üzere, (anlatıldığı gibi) Hak "tekvîn"i "şey"e (ilmi surete) nisbet etti. (bağladı, alakalı kıldı) Binâenaleyh (nitekim) "emr" (emir) Hak'tan; ve "tekvîn" (yaratma) ve "emre imtisâl" (emre uymak) abdendir. (kuldandır) Şu halde ayn-ı abdi (kulun ilmi sureti, hakikati) nazar-ı i'tibâre (gözönüne) almaksızın îcâdın (yaratmanın) mutlakâ  Hakk'a izâfesi (bağlanması) doğru bir netîce değildir.

Ve onun misâli, biz âlemin sebebden olduğuna delîl îrâd etmek murâd ettiğimizde "Her hâdis için sebeb vardır" deriz. Bizimle berâber "hâdis" ve "sebeb" mevcuttur. Ba'dehû, mukaddime-i uhrâda "Ve âlem hâdistir" deriz. İmdi iki mukaddimede "hâdis" tekerrür etti ve üçüncü müfred ola "âlem" kavlimiz, "Öyle ise âlem için sebeb vardır" netîcesini intâc etti. Böyle olunca mukaddime-i vâhidede zikr olunan şey, netîcede zâhir oldu. O da "sebeb"dir (14).

Ya'nî nizâm-ı mahsûs (hususi nizam, belirli düzen) ve şart-ı mahsûs üzere (belli şarta göre) müretteb (düzenlenmiş) ve üç "müfred"den (tekten) mürekkeb (bileşik) olup, netîcesi doğru çıkan delîlin, ya'nî kıyâsın (karşılaştırmanın) misâli budur ki: Biz âlemin (evrenin) vücûdu sebebden hâsıl olduğuna (oluştuğuna) bir kıyâs (karşılaştırma) tertîb etmek (düzenlemek) istediğimiz vakit deriz ki: "Her hâdis (sonradan var olan) için sebeb lâzımdır" Bu kübrâdaki (kesin kıyasta büyük terimin içinde bulunduğu öncül yani ikinci önermedeki) "hâdis" ve "sebeb" kelimelerini alıp zihnimizde hıfz ederiz (saklarız, ezberleriz).  Ba'dehû (daha sonra) suğrâ (küçük) olan diğer mukaddimeyi (önermeyi) getirip "Ve âlem hâdistir" (sonradan var edilmiştir) deriz. şu iki mukaddimede (önermede), ya'nî kübrâda (büyük terimin içinde bulunduğu öncülde) ve suğrâda (küçükte) "hâdis" lâfızları (kelimeleri) mütekerrir olur (tekrarlanır). Ve bizim "âlem" kavlimiz (sözümüz) ki, üçüncü "müfred" (tek) ve "hadd-i evsat"tır (kesin kıyasta ortak terimdir) ve her iki mukaddimede (önermede) teslîs (üçleme) bu müfred (tek) ile hâsıl olmuştur (meydana gelmiştir). İşte bu nizâm-ı mahsûs (hususi düzen, belli kaide) üzere müretteb olan (düzenlenen) delîl, "Âlem için sebeb vardır" netîcesini intâc etmiştir (neticesini çıkarmıştır) . Binâenaleyh (nitekim) mukaddime-i vâhidede, ya'nî  kübrâda (büyük terimdeki, ikinci önermede) zikr olunan (anlatılan) şey, netîcede dahî zâhir olmuş (görülmüş)  oldu ki, o da “sebeb”den ibârettir.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-15.06.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail