116. Bölüm

(KELİME-İ SÂLİHİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ  FÜTÛHİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR)

"Hikmet-i fütûhiyye"nin (fetihler ile ilgili hikmetlerin) Kelime-i Sâlihiyye'ye (salih kelimesine) tahsîs olunmasındaki (ayrılmasındaki, ait kılınmasındaki) sebeb budur ki: Aslâ me'mûl olmadığı (hiç umulmadığı, beklenilmediği) halde, dağ açılıp Sâlih (a:s.)’ın nâkası (devesi) çıktı. Gayr-ı me'mûl olduğu (hiç umulmadığı, beklenilmediği) halde, dağdan devenin hurûcu (çıkışı), Sâlih (a.s.)’ın mu'cizesi idi. Ve "fütûh" ise, me'mûl olunmayan (ümit edilmedik, ummadık) bir şeyden bir şeyin zuhûrundan (açığa çıkışından) ibârettir. Ve fütûh "feth"in cem'idir (çoğuludur).

Sâlih (a.s.) dahî ism-i Fettâh'ın mazharıdır (fettah isminin çıktığı, göründüğü yerdir). Bu mazhariyyeti (göründüğü yer olması) hasebiyle Hak Teâlâ, Sâlih (a.s.)’a nâkanın (devenin) zuhûru (meydana çıkması) için dağın yarılması mu'cizesiyle bâb-ı gaybı (gaybın kapısını) "feth" etti (açtı) . Ve bu feth (açma) sebebiyle onun kavminden ba'zılarının îmânı meftûh (açılmış) oldu. Ve mu'cize olan nâkaya (deveye) îmân ve ona emir olundukları vech ile (yönle) ihtirâm ettiler (hürmet, saygı gösterdiler). Ve ba'zılarının dahî küfrü meftûh (açılmış) oldu. Bu ni'mete kâfîr oldular (örttüler, inkâr ettiler) ve nâkayı (deveyi) akr ettiler (boğazladılar, kestiler). İşte bu tevâlî (birbirini takip) eden hâdisât (olaylar) fütûhât-ı selâse (üç fetih) idi. Binâenaleyh (nitekim) Sâlih (a.s)’ın seyri (yolculuğu) bu isim üzerine oldu ve esmâ-i İlâhiyye’nin kâffesi (bütün İlahi isimlerin hepsi) mefâtîh-i gayb (gaybın anahtarları) olduğu için cenâb-ı Şeyh (r.a) "hikmet-i fütûhiyye"ye (fetihler ile ilgili hikmetlere) mukarin (ilintili, bitişik) olan bu fass-ı münîfde (değerli eserde) "îcâd"ı (meydana getirmeyi, yaratmayı) ve onun "ferdiyyet" (teklik) üzerine mebnî oluşunu (kuruluşunu, bina edilişini) beyân buyurdu (açıkladı).

Şiir:

Merkûb olan şeyler âyâtı, âyâttandır ve bu da mezâhibde ihtilâftan nâşîdir (1).

"Rekâib" "rekîbe"nin cem'idir (çoğuludur) ve "rekîbe" (binek) maksûda vusûl (istenilene ulaşmak) için üzerine binilen şeydir. Ve "âyât" "âyet"in cem'idir (çoğuludur). "Âyet" âlâmet (işaretler, izler) ve nişân ma'nâsıdır. Ya'nî nâkanın (devenin) Sâlih (a.s.)a ve Burâk'ın Muhammed (a.s)’a ihtisâsı (has kılınması, tahsis edilmesi) gibi, merkûb (üzerine binilecek) olan şeylerin alâmâtı (nişanları, izleri), her bir Nebîye (Peygambere) muhtass (tahsis edilmiş, özel ayrılmış) olarak zâhir olan (açığa çıkan) alâmât-ı İlâhiyye’nin cümlesindendir (bütün hepsi İlahi ayetlerdendir).

Ma'lûm olsun ki, her bir Nebî (Peygamber) zamânının İnsân-ı Kâmil’i olmak hasebiyle, ism-i câmi' (bütün isimleri toplamış) olan "Allah" isminin mazharı (çıktığı, göründüğü yer) olduğundan, her ne kadar kâffe-i esmâya mazhar (bütün esmanın çıktığı yer) ise de, onun üzerine gâlib (üstün) olan bir ism-i hâs (kendi öz ismi) vardır. Binâenaleyh (nitekim), o Nebî’nin (p Peygamber’in) "merkeb"i (bineği) dahî, bu ismin sûretiyle zâhir olup (meydana çıkıp) onun üzerine hükm eder. Sâlih (a:s)’a dahî ism-i Fettâh gâlib (Fettah ismi üstün) olduğundan, onun merkebi (bineği) "fütûh" (fetihler) ile zâhir oldu (meydana çıktı). Maahâzâ (bununla beraber) âyât-i merkûbât (binek, vasıta olan ayetler) yalnız Enbiyâya (Peygamberlere) mahsûs değil, belki Benî Âdem’in (insanoğullarının) her biri için de merkûb (binek) vardır. Çünkü, a'yân-ı insâniyyeden (meydana gelmiş insanlardan) her birisinin bir rûhu vardır ve o rûh, bir ismin mazharıdır (göründüğü mahaldir) ki, Allah Teâlâ onunla bu şahsı terbiye eder. Ve kezâ, her bir rûhun dahî âlem-i cismânîde (madde âleminde, dünyada) bir sûret-i cesedâniyyesi (madde bedeni, vücudu) vardır ve o cesed, bu rûhun mâzharıdır (göründüğü yerdir). Ve ayn-ı sâbite hazretinde, (manalar mertebesinde Hakk’ta) ya'nî hazret-i ilmiyyede (ilim mertebesinde), rûhun hâline münâsib (uygun) bir mizâc-ı husûsîsi (kendine ait bir tabiatı, huyu) vardır ve onun bedeninin sûretine (biçimine) bu mîzac (huy, tabiat) muktezîdir (gereklidir). Ondan sonra ve gerek âlem-i nebâta (bitkiler âlemine) ve gerek âlem-i hayvâna (hayvanlar âlemine) nüzûlünde (indiğinde) bu mizâca (tabiatına) münâsib (uygun) o rûh için birer sûret (şekil, beden)  vardır ve bu rûhun istikmâli (kemale ermesi) husûsunda hayvan onun merkebidir (bineğidir). Ve bu umûrun kâffesi (bütün bu işler) ayn-ı sâbite (ilmi suretin) ahvâlindendir (hallerindendir, oluşlarındandır). Ve rûhun zât-ı İlâhiyye’ye (Hakk’a) olan nisbeti (bağlılığı, irtibatı), Rabb-i hâssı (terkibindeki ağırlıklı isim) olan ism-i gâlibdir (isim üstündür) ve bu rûhun sâhibi olan şahsın seyri (gidişatı) ve terakkîsi (ilerleyişi), ancak o ism-i gâlibin (üstün, güçlü ismin) hazînesinde olan şeyin kuvveden (açığa çıkmamış, potansiyel güç olarak bulunanları) fiile (fiil olarak) ihrâcı (çıkartmak) içindir. Binâenaleyh (nitekim) nefs-i hayvâniyye (hayvani nefs) için bir eser-i aynî (kendi eseri) muktezî (gerekli) olup, o da onun ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) âhvâlinden (hallerinden, oluşlarından) ve Rabb-i hâssının (terkibindeki ağırlıklı ismin)  havâssındandır (hususiyetlerindendir). Ve rûhun tâatta (ibadetlerle) itmi'nânında (tatmin olmasında),  rekâib (binekler) için, Mûsa (a.s.)’ın asâsı (değneği, sopası) gibi, havâss-ı hayvâniyyeden (hayvanlık hususiyetlerinden) emânet  vardır. Ve o kimsenin bu tarîka-i hayvânî (hayvanlık yolu) üzerinde seyri (yolculuğu, gidişatı), onun Rabb'i (terbiye edicisi) olan ismin hikmeti muktezâsıyladır (gereğiyledir) ki, bu da mezâhibde (mezheplerin) ihtilâfdan (çeşitliklerinden, farklı oluşlarından) nâşîdir (dolayıdır). Şu halde Enbiyâ (Peygamberler) (aleyhimü's-selâm)’dan her birisinin bir mezheb-i mahsûsu (kendine ait bir mezhebi) ve tarîk-i hâssı (kendine ait özel bir yolu) olup, bu tarîka (yola) göre de bir "merkeb"i (bineği) vardır. Ve bu husûsiyyet dahî onun isti'dâd-ı zâtîsi (kendindeki istidadı) mûcibincedir (gereğincedir).

O süvârîlerden ba'zısı o âyât ile hakkıyla kaimdirler ve onlardan ba'zıları da o âyât ile sahrâları kat' edicilerdir (2).

Ya'nî nüfûs-ı hayvâniyyeye (hayvanlık nefsine) sûret olan sûret-i cesediyyeye (madde bedene) binenlerden ba'zıları o âyât-ı merkûbât (binekler, vasıtalar olan ayetler) ile Hakk'ın tâatında (ibadetinde) kâim (mevcut) olurlar ve onu Hakk'a gitmek husûsunda kullanılarlar; ve âkıbet (nihayet) kendilerinden fânî (geçmiş, yok olurlar) ve Hak'la bâkî (devamlılık, daimilik üzre) olurlar ve râkib (üzerine binmiş) oldukları bu sûret-i cesediyye (madde beden) ile, kesrete (çokluk görüntülerine) aldanmayıp, vahdeti (tekliği) müşâhede ederler (seyrederler) ve Hak onların kuvâlarının (meleki güçlerinin) ve sûretlerinin ve merkeb (binek) ve mezheblerinin (gittikleri, tuttukları yolun) "ayn"ı (hakikati, hüviyeti) olur. Binâenaleyh (nitekim), onların seyrleri (yolculukları), Allah'ın seyri (yolculuğu) olur. Fakat bu sûret-i cesediyye (madde bedene) râkiblerinden (binenlerden) ba'zıları âlem-i zulümât (karanlık âlemlerde) ve ecsâm berriyyelerini (cisim, somut madde ovalarını, kırlarını) ve sahrâlarını (çöllerini) hayrân ve ser-gerdân (sersemlemiş, şaşkın) olarak bu merâkib (binekler (madde bedenler) ile kat' ederler (geçerler, yol alırlar) ve bir türlü onun hâricine (dışına) çıkamazlar. Evvelki tâife-i aliyye (daha önceki yüce grup), hakîkat-ı emri (hakikât emirlerini) bilmişler ve ikinci tâife (grup) ise  cehâlet ve uzaklık karanlığında kalmışlardır.

İmdi kaim onlara gelince, ehl-i "ayn"dır ve kâtı' olanlara gelince, onlar baîdlerdir / (3):

Ya'nî suver-i cesediyye (madde beden) merkeblerine (bineklerine) binip tarîk-ı Hak'ta (Hakk’a giden yolda), hakkıyla kâim (var) olanlar müşâhede ashâbıdır (gören, seyreden kimselerdir). Bunlar, şecere-i kevnin (kainat ağacının) semeresidir (meyvesidir). Zîrâ Hak, eşyâyı (varlıkları) ma'rifeti (bilinmesi) için halk buyurdu (yarattı).  Binâenaleyh (nitekim) bunların vücûdu maksûdün-bi'z-zâttır (bizzat istenilen şeydir). Velâkin suver-i cesediyyeye (madde bedenlere) râkib olup (binip)  bu âlem-i kesîf-i (madde âlemini) şehâdet sahrâsından (görünen çöllerinden) istidlâlât-ı akliyye (akıl yüretme yolu) ile hayrette kalan ve akılları vehim ile karışarak hakîkat-i ilimden (hakikât bilgisinden) mahcûb (perdeli) olan tarîk-ı zulmânî (karanlık yollarda (madde karanlığında) kat' edenler, (yürüyenler, yol alanlar) Hak'tan baîd (uzak) olmuşlardır. Binâenaleyh (nitekim) bunların vücûdu şecere-i kevnin (kainat ağacının) semeresi (meyvesi) değil, belki semerenin (meyvenin) husûlüne (meydana gelmesine) hâdim (hizmetçi, yardımcı) olan ağacın yaprakları ve sâkının (ağacın) kabuğu vesâiresi gibidir. Onlar hayvânât (hayvanlar) gibi mesâlih-i dîniyye (dini işler) ve dünyeviyyede (dünya işlerinde) müsta'mel âlât (kullanılan aletler) mesâbesindedir (derecesindedir). Maksûdün-bi'zât (bizzat arzu edilen) değildir.

Ve onlardan her birine ondan, onun guyubunun fütûhu, her cânibden gelir (4).

Ya'nî suver-i cesediyye (madde beden) merkeblerine (bineklerine) binip, tarîk-ı Hak'ta (Hakk’a giden yolda) hakkıyla kâim (var) olanlar ile, yine merkebe (bineğe) râkib olup (binip) âlem-i kesîf-i şehâdette (içinde bulunduğumuz bu madde âlemde) tarîk-i zulmâniyi (karanlık yolları) kat' edenlerden (geçenlerden) her birisine, onların Rabb-i haslar (terkiplerindeki ağırlıklı isim) olan esmâ-i İlâhiyye’nin (İlahi esmanın) ve a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) ve isti'dâd-ı zâtîlerinin (kendilerindeki istidadlarının) hazînesinde memlû (dolu) olan fütûh-ı guyûbiyye (gayblerin açılımlarıyla) o hazînelerden onlara vâsıl olur (ulaşır) ve bu vüsûl (ulaşma) onların her cânibini (tarafını) ihâta eder (kuşatır, kaplar) . Zîrâ onlara isti'dâd-ı zâtîlerinin (kendi istidadlarının) iktizâsından (gereğinden) gayrı (başka) bir şey gelmez ve bu isti'dâd ise onları muhîttir (kuşatmıştır). Binâenaleyh (nitekim) her iki sınıfın isti'dâdı ne ise, dünyâda ve âhiretteki Fütûhu (açılımları) dahî ona göre olur. Şu kadar ki, birinci sınıfın "fütûh"u (açılımları) onların tab'ına mülâyim (tabiatına uygun, hoş) ve ikinci sınıfın "fûtûh"u (fetihleri, açılımları) ise tabîatlarına gayr-ı mülâyimdir (uygun, hoş değildir). Zîrâ, birincisinin hâli (oluşu) îman ve tâ­at (ibadet) ve ikrâr (tasdik etme) olduğundan, mücâzâtı (karşılığı)  nüfûslarına (nefislerine) mülâyim (uygun, hoş) olur ve ikincisinin hâli (oluşu) küfür ve isyân ve inkâr olduğundan, mücâzâtı (karşılığı) da tab'larına (tabiatlarına, huylarına) gayr-ı mülâyim bulunur (hoş, uygun değildir). İşte her iki sınıfın a'yân-ı sâbitelerinden (ilmi suretlerinden) kendilerine her taraftan gelen onların guyûblarının (gayblerinin) "fütûh"u (açılımları, fetihleri) budur.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-01.06.2004
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail