104. Bölüm

[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

İmdi Hak onlara ............................ (Ah­kaf, 46/24) Ya'nî "Belki o isti'câl' ettiğiniz şey, azâb-ı elîmi mutazammın olan bir rîhdir" dedi. Binâenaleyh Hak rîhi, onda onlar için râhattan olan şeye işâret kıldı. Zîrâ bu rîh ile, Hak onlara, bu heyâkil-i muzlimeden ve mesâlik-i müşkileden ve hicâbât-ı muzlimeden râhat verdi. Ve bu rîhde azâb vardır. Ya'nî onu tattıkları vakit lezzet buldukları bir emir vardır. Fakat, firkat-i me'lûfâttan nâşî onları müellem kıldı (28).

Ya'nî Hak Teâlâ, kavm-i Âd'ın (Hud a.s. isyan eden kavmin) hüsn-i zannlarını (iyi niyetlerini) te'yîden (destekleyerek) onlara, belki o isti'câl (acele) ile taleb ettiğiniz (istediğiniz) şey yağmur değil, azâb-ı elîmi mu'tazammın olan (içinde çok acı, ızdırap bulunan) bir rüzgârdır ki, size zannettiğiniz faydadan daha mükemmel  bir fayda ve menfaat te'mîn eder. Çünkü yağmur yağsa idi, tarlaları sulanacak ve ekinleri feyz bulacak (bol ve verimli olacak) idi. Ve onlar bu hubûbatla teğaddî edip (beslenip) Hak'tan bu'da (uzaklığa) sebep olan nefısleri kuvvetlenip, kat kat hicâbda (perdeler içinde) kalacaklar idi. İşte onların menfaat tasavvur ettikleri (düşündükleri) bu idi. Halbuki hakîkatta, Hak'tan bu'd, (uzak olmak) nıkmet (şiddetli ceza) idi. Bu ancak ni'met-i sûrî (zahiri, suretle ilgili nimet) idi. Fakat rüzgâr onların sebeb-i bu'd (uzak kalma sebebi) ve hicâb (perde) olan nefslerini ihlâk (helak, yok) edip ortadan kaldırınca, kurb-ı Hakk'a (Hakk’a yakınlığa) vâsıl olacaklarından (ulaşacaklarından) bu ni'met-i hakîkî (gerçek nimet), o ni'met-i sûrîden (zahiri nimetten) daha müfid (faydalı) olmuş olur ve onları râhata sevk eder. Binâenaleyh (nitekim) Hak bu kavli (sözleri) ile bu rüzgârda, onlar için râhat verecek bir şey olduğuna işâret buyurdu. Bu hâlin bu âlem-i cismânîde (madde aleminde) dahî nazîri (benzeri) çoktur.

Meselâ pek süflî (bayağı) ve müteaffin (pis kokan) bir meyhânenin müdâvimlerinden (devamlı gelenlerinden) olan üstü başı mülevves (kirli) bir sarhoşa, elbise-i fâhire (değerli elbise) giydirip onu gâyet müzeyyen (süslü) bir saraya götürseniz, o zulmânî (karanlık) ve müstekreh olan (iğrenilen) mahalden ve hempâlarından (arkadaşlarından) ayrıldığına teessüf eder (üzülür) ve kalbi, me'lûfâtından (alışkanlıklarından) iftirâkı (ayrı kalması) hasebiyle mükedder (üzüntülü) olur. Fakat, sizin ona bu sûretle vermiş olduğunuz râhat ve menfaat, onun evvelki hâlinde tevehhüm ettiği (zannettiği) râhat ve menfaatten şüphesiz daha mükemmeldir. Bu lütfunuz onun hakkında hafidir (gizlidir). Halbuki bu fiiliniz ile siz o sarhoşu ta'zîb (eziyet) etmiş olursunuz. Çünkü me'lûfâtından (alışkanlıklarından) ayırdınız. Velâkin o, sarayda oturmak zevkini tattığı vakit, bu fiilde lezzet bulunan bir emir olduğunu anlar.

İşte bunun gibi, bu rîhde (rüzgârda kavm-i Âd (isyan eden âd kavmi) için azâb vardır. Ya'nî onu tattıkları vakit, lezzet buldukları bir emir vardır. Zîrâ "azâb" "uzûbet''tendir. Ve "uzûbet" tatlılık ma'nâsınadır. Vâkıa (gerçi) rîh-i mühlik (helak eden, yok eden rüzgâr), zâhirde (görünüşte) elem-nâk (elem verici) ve veca'-âverdir; (acı, sızı verendir) ve alıştıkları âlem-i cismâniyyetten (maddi alemden) on­ları ihrâc eder (çıkarıp atar). Lâkin onda lütf-ı mestûr (örtülü lutuf) vardır. Zîrâ, Hakk'ın her bir kahrı altında bir lütf-ı meknûn (saklı lutuf, iyilik) vardır. Akîb-i veca'da (ağrıdan, sızıdan sonra) ona vâsıl oldukları (eriştikleri) vakit onu tadarlar. Nitekim, hacamatçının (boynuzla kan alanın) evcâ’-ı neşterine (bıcağının acısına) tahammülden sonra zevk-i sıhhat (sıhhate kavuşmanın huzuru) hâsıl olur (meydana gelir).

İmdi azâb, onlara mübâşir oldu. Binaenaleyh emir, tahayyül ettikleri şeyden onlara akreb oldu. Rîh Rabb'inin emriyle her bir şeyi tedmîr eyledi. İmdi meskenlerinden gayri bir şey görünmediği halde sabahladılar. Ve onların meskenleri, ervâh-ı hakkıyyelerinin ma'mûr eylediği cüsseleridir. Böyle olunca bu nisbet-i hâssanın hakkıyyeti zâil oldu. Ve heykelleri üzerinde, Hak'tan onlara mahsûs olan hayât bâkî kaldı ki, cildler ve eller ve ayaklar ve kamçıların uçları ve uylukları, o hayât ile tekellüm eder. Ve tahkîkan nass-ı İlâhî bunun cümlesiyle vârid oldu (29).

Ya'nî onlara azâb başladı ve onları helâk (öldürdü, yok) etti. Ve tahayyül ettikleri (hayal ettikleri) yağmurun nüzûliyle (yağmasıyla) fâide-i mezrûât, (ekilmiş tohumların gelişmesi) müddet-i medîdeye (uzun zamana) muhtaç olduğu halde, o helâk (mahv olma, ölme) onlara daha karîb (yakın) menfaat husûle getirdi. Ve rüzgâr, Rabb'in emriyle onların bedenlerini ma'mûr (imar) eden ervâh-ı hakkıyyelerini (hakikâtleri olan ruhlarını) izâle etti (düzeltti). Onların meskenleri (barındıkları yer), ki bedenleri idi, bunlarda görmek ve işitmek ve söylemek gibi kuvâ (meleki güçler) görünmez oldu. Bu halde sabâha dâhil oldular. Ve nisbet-i hâssanın (hass sıfatlarının) hakkıyyeti (hakk olma hususu),  ya'nî Hakk'ın sıfât-ı İlâhiyyesi olan tecellîsi (İlahi sıfatları olan tecellisi, ilmi suretlerin açığa çıkması) ile onlardan kalktı ve aslına rücû' etti (geri döndü).Ve ancak Hakk'tan onların heykellerine (bedenlerine) ve cesedlerine mahsûs (ait) olan hayat bâkî (devamlılık üzere) kaldı. Bu öyle bir hayattır ki, cildler ve eller, ayaklar ve kamçıların ucu ve uyluklar bu hayat ile tekellüm eder (konuşur). Ve bunların cümlesi (bütün hepsi) hakkında nass (manası açık ve kesin olan ayeti kerime) vârid oldu (geldi). Nitekim, Hak Teâlâ ............................................ (Yâsîn, 36/65) Ve a'zânın (organların, uzuvların) tekellümü (konuşması) hakkında emsâli (benzer)  âyât-ı Kur'âniyye (kur’an ayetleri) ve ahâdîs-i şerîfe (hadisi şerifler) vardır.

Ma'lûm olsun ki, rûh iki nevi'dir (çeşittir): Biri "cüz'î"dir (kısımdır, parçacıktır) ki, her zerrenin sûretinde mütecellîdir (görünmektedir).  Ve ikincisi "küllî"dir (tam, bütündür) ki, onun tecellîsi (görünmesi) zerrâtın (zerrelerin) ictimâ'ına (toplanmasına, bir araya gelmesine) mevkuftur (bağlıdır). Nitekim, insanda imtizâc-ı hâstan (özel uyuşumdan, karışımdan) sonra sûret-pezîr olur (suretlenir, suret kazanır) . Mizâc-ı hâss (kendi huylarının, fıtratının) sûretinde mütemessil olan (bir şekle giren, suretlenen) o rûhun merkebi (bineği) mevtden (ölümden) sonra harâb olduğundan, o rûh alâkasını kat' eder (keser).  Artık onun zerrâtının (zerrelerinin) hayât-ı cüz'iyyesi (bir kısım hayatı) kâim (mevcut) kalır. Bu bahsi biraz daha îzâh edelim (açıklayalım).

Ma'lûmdur ki, ehl-i kimyâ indinde (kimyacılar tarafından bilindiği gibi) el-yevm keşf (günümüzde icat) olunan anâsır-ı 'basîta (temel elementler) yetmişi mütecâviz (geçmekte) olup bunlara azot, karbon, müvellidü'l-mâ, (hidrojen) müvellidü'l-humûza (oksijen), klor, sodyum, potasyum, bakır, altın, gümüş, kalay ilh... isimleri verilmiştir. Anâsır-ı mürekkebe (bileşik elementler) ba'zı ahvâl  (oluşlar) ve şerâit tahtında (şartlar altında) bunların zerrât-ı muhtelifesinin (çeşitli zerrelerinin) bi'l-imtizâc (uyuşması birbirleriyle kaynaşması yoluyla) ictimâ'ından (bir araya gelip toplanmasından) hâsıl olur (mevcut olur). İşte bu anâsır-ı basîta (mücerret, yalın elementler) zerrelerinin her birisi, kendilerine mahsûs (ait) olan bir hayât ile hayydir (canlıdır). Velâkin rûhları bâtındadır (gizlidir). Onu ehl-i keşf olanlardan (keşif sahiplerinden) gayrisi (başkası) idrâk edemez (anlayamaz). Vaktâki (ne vakit ki) bu zerrât (zerreler)  birtakım ahvâl (oluşlar) ve şerâit tahtında (şartlar altında) ictimâ' edip (toplanıp, bir araya gelerek) "nebât" (bitkiler) peydâ olur; bunda nümvv hâssası (gelişip büyüme hususiyeti) zâhir (açığa çıkmış) olduğundan bu hayât-ı bâtınî (gizlenmiş olan hayat), onda daha ziyâde mahsüs olur (fazla hissedilir). Ve "hayvan" mertebesinde ise hem nümüvv (gelişip, büyüme) ve hem de hareket ve sadâ (ses) zâhir olmakla (görülmekte), bu hayât-ı tabîiyye (doğal yaşam ‘fıtratının gereği’) onda açıktan açığa müşâhede olunur (görülür). Ve bu anâsır-ı basîta (mücerret, yalın elementlerin) zerrâtının (zerrelerinin) keyfiyyet-i içtimâ'ı, (toplanması, bir araya gelme hususu) insanda, bu hayât-ı tabîiyye (tabii hayat) âsârının (eserlerinin) kemâliyle (tamlığıyla, mükemmelliğiyle) zuhûrunu (açığa çıkmasını) îcâb ettirecek şerâit (şartlar) ve ahvâl (oluşlar) dâiresinde (sınırları içinde) vâkı' olduğundan, (geçtiğinden) mevcûdâttan hiçbirisinin cism-i müsevvâsı, (madde yapısı) cüsse-i insana (insan bedenine) muâdil (eşit) değildir. Onun cismi (madde bedeni) "rûh-i küllî"nin (tamlık, tam bütünlük halinde  olan ruhun) tecellîsine (açığa çıkmasına, görünmesine) müsâittir (elverişlidir). Düşünür, tekellüm eder (konuşur) ve kendisinden sıfât-ı sâire (diğer sıfatlar) zâhir olur (açığa çıkar, görülür).

İmdi, biri diğerinden kesîf (koyu, yoğun) olmak üzere zikrolunan (anlatılan) anâsır-ı basîtanın (basit elementlerin) üç mertebesi vardır ki, bu mertebelerin her birerlerine, gaz, mâyi' (sıvı) ve sulb (katı) tesmiye olunur (diye isimlendirilir). Muhakkıkîn hazarâtının (hakikate eren zatların) ıstılâhında (tabirlerinde) bunlara "havâ”, "su", ve "toprak" denilip her birisi bir "unsur" (madde, element) ve "rükn" (esas, temel) addedilmiştir (sayılmıştır). Her ne kadar kimyâ-yı cedîde erbâbı (yeni kimyacılar) bunlara "unsur" demek câiz (doğru) olmadığını beyân ile (bildirerek) i'tiraz etmiş iseler de, bu doğru değildir. Çünkü bunlar ıstılahtır (tabir, terimdir) ve ıstılâha i'tirâz câiz (doğru) değildir. İşte ecsâm-ı uzviyye-i kesîfe (yoğunluk kazanmış, madde olan uzuvlar, organlar) bu üç mertebede bulunan anâsır-ı basîtanın (basit elementlerin) ictimâ'ından (bir araya toplanmasından, birleşmesinden) hâsıl olmuş (meydana gelmiş) ve gıdâ şeklinde zâhir olan (görülen) yine bu anâsır (elementler), bunların vücûduna dâhil olup bir ihtirâk (yanma) vukû'a gelmekle (oluşmakla), bu hayât-ı tabîiyyenin dördüncü "rükn"ü (esası, temeli) olan "harâret-i garîziyye" (vücudun normal harareti) zuhûra gelmiştir. Muhakkıkîn (hakikâte erenler) buna "unsur-ı nârî" derler (besinlerin yanmasıyla oluşan enerji). Şu halde cism-i insân  (insan bedeni) bu dört rüknün (esas temelin) ictimâıyla (bir araya toplanmasıyla) kâim (mevcut) olmuş olur. İşte "Ben ben" diye kâşânelere (köşklere, malikanelere) ve hattâ dünyâlara sığamayan ve şuna buna "Mülkümdür" iddiâsında bulunan sûret-i insan (insanın sureti) budur. Vaktâki (ne zaman ki) mevt (ölüm) ârız olur (gelir), onda mütecellî olan (görünen) "rûh-ı küllî" munkatı' olup, (külli ruh kesilip, arkası gelmeyip) Hakk'ın sıfât-ı İlâhiyyesiyle (İlahi sıfatlarıyla) olan tecellîsi (belirmesi, görünmesi) zâil olur (sona erer) ve bu sıfât aslına rücû eder (geri döner). Görmesi, işitmesi, söylemesi zuhûrdan (görünürlükten) butûna (batına) gider. Mesnevî:

Tercüme:
"Halk derler, ölmüş o miskin falân
Sen de dersin zindeyim ey gâfilân"

Binâenaleyh (nitekim) kaffe-i eşyâ, (bütün varlıklar) hayât-ı zâhire (madde beden yaşamıyla) veyâ hayât-ı bâtıne (ruh hayatı) ile diridir.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.03.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail