101. Bölüm

[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ye bu hikmet-i ahadiyye "ilm-i ercül"dendir. Ve o ilm-i ercül dahî, ekl hakkında, onun kitaplarını ikame eden kavme, Allah Teâlâ'nın:
.........................  (Mâide, 5/66) kavlinden müstefâddır (16).

Ya'nî "ilm-i ercül" (ayakların  ilmi), zâhirde (görünüşte),  Hak yolunda yürümekle hâsıl olan ilimdir. Buna Türkçemizde "ayakların ilmi" demek münâsib (uygun) olur. Hz: Şeyh (r.a.) bu ilm-i ercülü: ................................................... (Mâide, 5/66) âyet-i kerîmesinden iktibâs buyurmuştur (almışlar, aktarmışlardır). Ma'nâ-yı münîfı (yüce manası) : "Eğer onlar Tevrât ve İncîl'i ve Rab'lerinden onlara nâzil olan (inen) şeyi ikâme ede idiler, hem fevklerinden (üstlerinden) ve hem de ayaklarının altından ekl ederlerdi (yerlerdi). " Ya'nî ehl-i Tevrât (Tevrat sahipleri) ve İncîl taraf-ı Rabbânîden (Rableri tarafından) nâzil olan (inen) ahkâmın (hükümlerin, emirlerin) zâhir (görünen, açık) ve bâtın (gizli) ma'nâlarını lâyıkıyla (yaraşır bir şekilde) teemmül edip (iyice düşünüp)  anlamış ve onların hakâyıkına (hakikâtlerini) kemâliyle (tam olarak) muttali' (bilip, vakıf)  olup amel etmiş olsa idiler, hem âsmân-ı esmâdan (esmanın semadan) rûhlarına nâzil olan (inen) ulûm-ı İlâhiyye-i zevkıyyeden (İlahi ilimlerin verdiği zevklerden) merzûk olup (rızıklanıp) fevklerinden (üstlerinden) ekl etmiş (yemiş) olurlar ve hem de esfel-i sâfılîn (aşağıların en aşağısı) olan âlem-i tabîatın (tabiat âleminin) mertebelerinde yürüyerek, sıfât-ı beşeriyyeden (beşeri, yaratılmışlık sıfatlarından) ve küdûrât-ı nefsâniyyeden (nefsin tasalarından, arzularından) bâtınlarını (içlerini, ruhlarını) tasfıye etmek (temizlemek) sûretiyle ayaklarının altından yemiş bulunurlar idi.

Zîrâ, şol bir tarîk ki o sırâttır ve üzerinde sülûk ve meşy olunur, sa'y ancak ayaklar ile olur (17).

Ya'nî üzerinde yürümek için vaz' olunan (konulan) "köprü" dediğimiz yolda, ancak ayaklar ile yürünür. Cenâb-ı Şeyh (r.a.), sülûk-ı ma'nevîyi (manevi yolda ilerlemeyi) sülûk-i sûriyyeye (bedenin yürümesine) teşbîh edip (benzetip),  yolda ayaklar ile yürüneceğinden nâşî (dolayı) tarîk-ı Hak'ta (Hakk yolunda) hâsıl olan (elde edilen) ilmi dahî, ercüle (ayaklara) isnâd buyurmuştur (dayandırmıştır).

Sırât-ı müstakîm üzere olan Rabb'in yediyle nevâsî ahzindeki bu şuhûdu, ancak ulûm-i ezvâktan bu fenn-i hâs intâc eder (18).

Ya'nî sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzerine olan her bir Rabb'in (İlahi ismin) eliyle, her bir  dâbbenin (hayvanın) nâsıyelerinin (alınlarının) tutulması, ahadiyyet-i rubûbiyyeti (rububiyetin ahadlığını) mutazammındır (içine alır). Ve bu ahadiyyet-i rubûbiyyete (esmanın ahadiyetine) ma'rifet husûliyle onu müşâhede etmek (görmek), ancak ulûm-i zevkiyyeden (ilmi zevklerden) olan bu fenn-i hâs (özel ilim, özel teknik) ile, ya'nî ilm-i ercül (ayakların ilmi) ile hâsıl olur. Zîrâ bu ilm-i ercülü (ayakların ilmini) bilen kimse vâkıftır (bilir) ki, kendisinin bu ilmi, esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı, en alt mertebe) olan kevn ve tâbîat yolundan gelir. Ve zevk ve şühûd ile (görerek, şahit olarak) bilir, ki, tarîk-i Hak'ta sülûk ettiği (Hakk yolunda ilerlediği) vakit, kendi nefsinde, sülûk (ilerlemeye) ve harekete kudret yoktur; çünkü kendisinin vücûdu, müstakil (bağımsız) olmayıp gayrden (başkasından) müfâzdır (feyzlenmiştir). Ve kendisinin mazhar (görüntü yeri) olduğu Râbb-i hâssı (terkibindeki ağırlıklı isim), nâsıyesinden (alnından) tutup, kendine mahsûs (özel, ait) olan doğru yol üzerinde yürür ve o da cebren (zorla) ona tâbi' olup (uyup) o doğru yol üzerinde gider. Ve onun sülûkten maksûdu (yola girmekten, ilerlemekten niyeti) Rabbü'l-a'lâdır (Rablerin en yücesi olan âlemlerin Rabbinedir). Ve halbuki kendisini sevk eden (önüne katıp süren) Rabb-i hâss (terkibindeki güçlü esma), kendinin mazhariyyeti (göründüğü mahal (birim) ile zâhir (açık, meydanda) ve ken­disinde mütecellî (görünendir) ve hâzırdır (bizzat bulunandır). Binâenaleyh (nitekim) kendinde zâhir (görünen) olup sülûk eden (yolda ilerleyen, yolcu) Hak olduğu gibi, mesleki (gidileni), sâikı (götüreni) ve hattâ tarîk (yol) hep Hak'tır.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur. .............................. (Bakara; 2/115) ve ........................... (Hadid, 57/4) Ya'nî: "Nereye döner iseniz hep Allâh'ın vechidir"; "ve nerede olursanız, Allah sizinle berâberdir." Ve kezâ  Resûlullah (s.a.v.) buyurur:  ......................................... ya'nî: "Eğer ipinizi bıraksanız Allâh'ın üzerine düşer idi" ve "Arza defnolunduğunuz (yere gömüldüğünüz) vakitte de Allah sizinle berâberdir." Ve kezâ kendisinin merci' (geri döneceği, ait olduğu yer) ve masîri (karargâhı) dahî Hakk-ı mutlaktır (kayıtsız, sınırsız Hakk’ın Zâtıdır). Ve Hak'tan kaçacak bir yer arasa, bulamaz.

Binâenaleyh (nitekim), ahadiyyet-i rubûbiyyeti müşâhede (görmek) ve hikmet-i ahadiyyede (ahadiyyet ile ilgili hikmetlere) zevk ve ma'rifet (ilim) husûlü (oluşması),  "ilm-i ercül" (ayaklar ilmi) ile olduğu için, Şeyh (r.a) bu "hikmet-i ahadiyye"de ilm-i ercülü (ayaklar ilmini), tarîk (yol) ve sülûkü (gidişi) ve mevcûdâttan her bir mevcûdun nâsıyelerinden (alınlarından) tutup çeken erbâb-ı esmânın (sahip olduğu esmanın) sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzere olduğunu beyân buyurdu (bildirdi).

İmdi Allah Teâlâ, mücrimleri sevk eder. Ve onlar Allah Teâlâ'nın rîh-ı debûr ile sevk eylediği bir makama müstehak olan kavimdir. Öyle rîh-ı debûr ki, Hak onunla onları nüfuslarından ihlâk etti. Şu halde Rab, onların nâsıyelerini tutar ve rîh-i debûr cehenneme sevk eder. Ve rîh-i debûr, onların üzerinde sâbit oldukları hevâlarının aynıdır. Ve cehennem dahî onların tevehhüm eyledikleri bu'ddür (19).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) kâffe-i devâbbın nâsıyelerini (bütün hayvanların hepsinin alınlarını), onlardan her birinin mazhar (görüntü yeri) olduğu bir Rabb-i hâssı (terkibinde tasarruf eden has ismin) tuttuğunu ve cümlesinin (bütün hepsinin) sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzere olduğunu beyân buyurmuş (açıklamış) ve buna delîl olarak ...................................... (Hûd, 11/56) âyet-i kerîmesini zikretmiş (anmış) idi. Şimdi de o erbâbın (Rablerin, esmanın) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi) ki, Rubûbiyyet-i Ahadiyyedir, kâffe-i zî-rûhu (bütün ruh sahiplerini) sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzere sevkettiğini beyânen (açıklayarak) .......................................... (Meryem, 19/86 âyet-i kerîmesinin mefhûmunu îrâd eyler (anlattığı  manayı söyler).

Ma'lûmdur ki, Hûd (a.s.)’ın kavmi Âd (Hud Peygambere isyan ettikleri için gazaba uğrayan helak olan bir kavim) idi. Hak Teâlâ, adem-i itâatlarından (itaatsizliklerinden) dolayı, onları rîh-ı debûr (batıdan esen rüzgâr) ile helâk etti. Ve onların adem-i itâatları (itaatsizlikleri) hevâ-yı nefsânîlerinden (nefislerinde olan arzulardan) idi. Ve nefis ise Cenâb-ı Lâhût'tan (Uluhiyyet’ten (Allah’tan) i'râz (yüz çevirme) ve idbâr (arkasını dönme) üzeredir. Binâenaleyh (nitekim), Hak  onları nefislerinin idbârından (arkalarını dönmelerinden) neş'et eden (ileri gelen) hevâ (istek ve arzular) ile, ya'nî rîh-i debûr (batıdan esen rüzgâr) ile sevk etti (sürükledi) ve o rîh (rüzgâr) ile nefislerinden ifnâ (yok, fani) eyledi. Ve ehviye-i nefsâniyyeye (nefsin arzularına) "rîh-i debûr” (batıdan esen rüzgâr, batı rüzgârı) denilmesi cihet-i halkıyyeden (yaratılmış olması hususundan) ve âlem-i zulmânîden (karanlık âlemden, maddî âlemden) hâsıl olmasındandır. Binâenaleyh (nitekim), Hak onları cehennem-i bu'da (uzaklık cehennemine, Hakk’tan uzak olma durumuna) düşüren nefslerinden ifnâ  ile (yok ederek) soydu. Ve rîh-i debûr (batı rüzgârı) onların hevâlarının (isteklerinin, arzularının) aynıdır ki, onlar o hevâlarının (arzularının) üzerinde sâbit-kadem (değişmez, kalıcı) olmuş idiler. Zîrâ nâsıyelerinden (alınlarından) ahz eden (çekip alan) Rabb-i hâsslarının (terkiplerindeki ağırlıklı ismin) iktizâsı (gereği) bu idi. Onları isti'dâtları ve sa'yleri mûcibince (gayretlerinden dolayı) tarîkın nihâyetine (yolun sonuna) götürdü. Ve hevâlarının (arzu ve isteklerinin) aynı olan rîh-i debûr (batı rüzgârı) dahî arkalarından cehenneme sevk etti (sürükledi, götürdü). Ve cehennem, Hakk'ın vücûdundan başka olarak tevehhüm ettikleri (var zannettikleri) bir vücûttur ki, o da Hak'tan uzaklıktır.

Hz. Şeyh (r.s.)’ın cehennemi, "bu'd" (uzaklık) ile tefsîrinde, (yorumlamasında) umûr-ı tabîiyyeye (tabiat huy, ile alakalı hususlar) ve sıfât-ı nefsâniyyeye (nefis ile ilgili sıfatlarla) meşgûliyeti (uğraşması) hasebiyle, Hak'tan ba'îd (uzak) olan kimsenin cehennem içinde olduğuna ve hevâ-yı nefsânîsinin (kişinin nefsinden gelen arzular) o kimseyi bu'da (Hakk’tan uzak kalmaya) sevk ettiğine (sürüklediğine) işâret vardır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: ................................. (Tevbe, 9/49), ya'nî "Muhakkak cehennem el'ân (şimdi, şu anda dahi) kâfirleri ihâta etmiştir. (kuşatmıştır) " Fakat nefsü'l-emrde (esasında, gerçekte) hiç kimse Hak'tan uzak değildir. Zîra mevâtın (menziller, mertebeler) ve makâmâtın (makamların) kâffesi (hepsi) merâtib-i Hakk'ın (Hakk’ın mertebelerinin) sûretleridir. Bu'd (uzaklık) vasfı, onların tevehhümlerinden (var zannetmelerinden) neş'et etme (kaynaklanma) bir emr-i mütevehhemdir (vehmi bir husustur) . Onlar zannederler ki, Hakk'ın vücûdundan başka vücûd vardır. Vaktaki (ne zaman  ki) Hak onları bu mevtına (makama), ya'nî cehenneme sevk eder (sürükler, gönderir) ve ihlâk (helak etmek, mahv etmek) ve ifnâ (fani kılmak, yok etmek) ile nefislerinin elinden kurtarır; bu halde onlar için ayn-ı kurb (aynel yakın) hâsıl olur (gerçekleşir) ve Allah'dan uzaklığın mahzâ (yalnız) tevehhümden (vehmetmekten) başka bir şey olmadığı münkeşif (açılmış, görülmüş) olur. Ve cehennem onlar hakkında naîme (cennete) münkalib (dönüşmüş) bulunur. Çünkü Fass-ı Uzeyrî'de (Üzeyr bölümünde) îzâh olunduğu (anlatıldığı) vech (tarafı) ile, onların cehennem denilen mevtına (mertebeye, yurda) duhûlleri (girmeleri) huccet-i bâliğa-i İlâhiyye’nin (kesin, apaçık İlahi delilin) sübûtundan (çıkmasından) sonra olacağından, bu mevtına duhûllerinin (bu yurda, makama girmeleri) isti'dâtları iktizâsından (gereklerinden) olduğunu ve binâenaleyh (nitekim), Hakk'ı ve merâtib-i Hakk'ı (Hakk’ın mertebelerini) bilirler. Ve Müntakım (intikam alan, cezaya çarptırmaya gücü yeten) isminin nâsıyelerinden (alınlarından) tutup tarîk-i müstakîmin (doğru yolun) nihâyetine (sonuna) götürdüğünü anlarlar.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-17.02.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail