4.Bölüm


Üçüncü Vasl

İSTİ’DÂD-I GAYR-I MEC’ÛL VE   KABİLİYYET

İktizâ-yı zâtî (Zât’ın gereği) olan a’yân-ı sâbiteden (manâlardan, esma terkiplerinden) her bir  “ayn”ın  (manânın, ilmi sûretin) bir isti’dâdı ve kabiliyyet-i mahsûsası (hûsusi, kendine özgü, istidâdı ve kabiliyeti) vardır; aslâ biri diğerine benzemez. Vücûd-ı Mutlak-ı Hak,  a’yân-ı  sâbiteden (esma terkiplerinden) her bir  “ayn”ın  (manânın, ilmi sûretin) isti’dâdına münâsib (uygun) olarak o  “ayn”ın (manânın, ilmi sûretin) sûreti ile zâhir olur (açığa çıkar) .  İmdi a’yân-ı sâbite (esma terkipleri) mec’ûl (yapılmış,vücûda getirilmiş) olmayınca, onların isti’dâd ve kabiliyyâtı dahi mec’ûl (yapılmış) olmaz. Şu kadar ki, bu isti’dâd ve kabiliyyât a’yân-ı sâbitenin (esma terkibinin) ve a’yân-ı sâbite (esma terkibi) dahi Zât’ın iktizââtı bulunduğu (Zât’a gerekli  olduğu) ve bunların illeti, (sebebi) ancak Vücûd-ı Zâtullah (Hakk’ın vücûdu) bulunduğu ve illetin (sebebin) ma’lûle (sebebi kabûl edene) te’sîri (etkisi) tabîî olacağı cihetle (yönüyle) , bu isti’dâd ve kabiliyyâtın müessîri (tesir edicisi) dahi, ancak Vücûd-ı Zâtullah’dır (Hakk’ın vücûdudur). İşte bu hakîkate işâreten, Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) MESNEVÎ-İ ŞERÎF’lerinde şöyle buyururlar:

Tercüme:  “O kalb-i kasînin (katı kalpli, idrâksızın) çâresi (kurtuluş yolu) bir mübdilin atâsıdır (istidâdını değiştirmektir) ;  onun atâsı (istidâdı) için kabiliyyet şart değildir. Belki kabiliyyetin şartı onun atâsıdır (istidâdıdır) .  Zîrâ atâ    (istidâd) ve kabiliyyet kabuktur.”

Zîrâ a’yân-ı sâbiteye (esma terkibine) vücûd-ı ilmî (vücûd ilmini) bahş eden  (bağışlayan, ihsan eden) atâ-yı zâtîdir  (istidâdıdır) ve bu dâd-ı ilâhî (ilâhî ihsân) olmasa, hiçbir sûret mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) peydâ olmaz (meydana gelmez) ve onların isti’dâd ve kabiliyyâtı dahi mevzû’-i bahs olamaz (konuşulamaz) idi. Binâenaleyh (nitekim) atâ-yı zâtî (istidât) ve dâd-ı ilâhî (ilâhî ihsân)  ve isti’dâdât ve kabiliyyât kabuk mesâbesindedir. İmdi burası iyi anlaşılsın ki, isti’dâd ve kabiliyyâtta cebir (zorlama) yoktur. Atâ-yı zâtî (istidât) ve tecellî-i ilâhî (ilâhi oluşumlar) ve nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) ale’s-seviyye (eşit olarak) vâki’dir (vardır) .  Tenfîs-i Rahmânîyi (Rahmân’ın nefes vermesinin) müteâkib (arkasından) her bir ayn (manâ, ilmi sûret) kendi isti’dâdına ve kabiliyyet-i zâtiyesine (kendi zâtının kabiliyetine) göre müteayyin olmuştur (meydana çıkmıştır) .  Binâenaleyh (nitekim), her bir ayn (ilmi sûret) kendi kendine cebir etmiştir (zorlamıştır).

MİSÂL:  Bir kimse zemherîde (soğuk havada) lâ-yenkatı’ (ara vermeden devamlı olarak) bir cam üzerine nefesini irsâl etse (üflese) , bî-sûret (sûretsiz) olan bu nefes cam üzerine ale’s-seviyye temâs eder (eşit olarak yayılır) .  Fakat şiddet-i bürûdet (soğukluğun şiddeti) hasebiyle bu nefes, cam üzerinde tekâsüf ederek (yoğunlaşarak) incimâd eylediği (donduğu) vakit, türlü şekiller zâhir olur (görülür) . Bu zâhir olan eşkâlin hiç birisi ne tûlen (uzunluk olarak) ve ne de arzan (genişlik olarak) yekdîğerine (birbirine) benzemez. Bu eşkâlin her biri bî-sûret (sûretsiz) olan o nefeste mündemic (içinde bulunuyor) idi. Bi’t-tekâsüf (yoğunlaşarak) böylece zâhir oldular (meydana çıktılar) ve bu sûretle kendi isti’dâd ve kabiliyyetlerini irâe ettiler (gösterdiler). Bu isti’dâd ve kabiliyyetlere aslâ müteneffisin (nefes verenin) icbârı (zorlaması) yoktur. Belki ayn-ı nefeste onlar, isti’dâd ve kabiliyyetlerine göre kendilerini yine kendileri îcâd ettiler (meydana getirdiler) . Ancak müteneffisin (nefes verenin) vücûdu onların illet-i ızhârı (açığa çıkmalarına sebep) oldu ve onlar ma’lûl (sebebi kabûl eden) oldular. Şimdi bu eşkâl içinde birisi çıkıp da bi’l-farz (farz edelim ki) müteneffise (nefes verene) hitâben:  “Sen beni niçin yanımda mütekevvin (oluşmuş) olan şu güzel çiçek gibi tersîm etmedin (şekillendirmedin) ; böyle upuzun bir şekilde kaldım?”  suâlini soramaz. Sorsa, müteneffis (nefes veren) ona cevâben der ki:  “Bu şekilde hudûsün (meydana gelmen) için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir cebir (zorlama) vâki’ olmadı (gerçekleşmedi); ben ancak seni tenfis ettim; (sana nefes verdim) sen de bi’l-kuvve mevcûd (kuvvet, potansiyel olarak mevcût) ve bi’l-fiil ma’dûm (fiil olarak yok) olan kabiliyyet ve isti’dâdın hasebiyle böyle tekevvün ettin (oluştun) ; cebir (zorlama) ancak senden, sana vâki’ oldu: / niçin bana tevcîh-i hitâp ediyorsun ?” (hitabını, sorunu  bana yöneltiyorsun?)

İmdi Nefes-i Rahmânî’nin hîn-i tenfîsinde (nefes vermesinde) , her bir ayn (manâ, ilmi sûret) o nefeste  “Kün”  emrine imtisâlen (uyarak) kendi isti’dâd ve kabiliyyeti dâiresinde kendi kendini tekvîn etmiş (yaratmış) ve ona o sûrette tekevvünü (oluşması) için cebir (zorlama) vâki’ olmamış olduğundan, Hak  “Lâ yüs’elü ammâ yef’al”dir  (Yaptığından kendisine hesâp sorulmaz) . Zîrâ Hakk’ın fiili onları tenfîs etmek (nefes vermek) ve onlara ifâza-i vücûd eylemektir (vücût vermektir) . Bu ise atâ-yı zâtidir (istidâttır)   Hiç atâ-yı zâtisinden (istidâdından) dolayı Hakk’a suâl teveccüh eder mi? (yöneltilir mi) Belki suâl isti’dâd-ı âlî (yüksek istidât) dururken, isti’dâd-ı süflîyi (aşağı istidâdı) beğenip, o  isti’dâd dâiresinde mütekevvin (mevcût) olanlara teveccüh eder (yöneltir) “ Ve hüm yüs’elûn”  (onlara hesap sorulur, onlar mes’ûldür) onlar hakkındadır. Cenâb-ı Hak, Zeyd’i cebren (zorla) cânib-i saâdete (mutluluk yönüne) ve Amr’ı da cebren şekavete (zorla mutsuzluğa) sevk etmekten münezzehtir (beridir). Hakk’ın meşiyyeti (dilemesi), ancak isti’dâd ve kabiliyyete taalluk eder (alâkalıdır) .  Zîrâ Hak Teâlâ ilminde sâbit olan şeyi murâd eder ve murâd eylediği şeyi işler.

Dördüncü Vasl

İLİM   MA’LÛMA   TÂBİ’DİR

Ma’lûm olsun ki, ilm-i ilâhîde iki i’tibâr vardır: Birisi; mertebe-i vâhdette ve taayyün-i evvelde Zât-ı Ulûhiyyet’in cemî’-i sıfât (bütün sıfatlarına) ve esmâsına mücmelen (toplu, öz olan) ilmidir. Bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibâret olduğundan, bu mertebede  “ilim”,  “âlim”,  “ma’lûm”  arasında aslâ temeyyüz (farklılık) yoktur; cümlesi şey’-i vâhiddir (hepsi tek şeydir) . Ve bu ilim,ma’lûma (bilinene) tâbi’ olan (uyan, boyun eğen) nevî’den (cinsinden) değildir. Zîrâ Zât-ı Kadîm ile berâber kadîmdir. İkincisi; mertebe-i vâhidiyyete ve taayyün-i sânîye tenezzülünden (inmesinden) sonra, kendisinde mündemiç (toplu) olan bi’l-cümle sıfâtın ve esmâsının sûretleri, yekdiğerinden (birbirinden) mütemeyyiz (farklı) olarak ilm-i ilâhîde peydâ olduklarında, her birinin iktizâ-yı zâtîleri (kendi zâtlarının gereği) olan kabiliyyet ve isti’dâdâdı (istidâtları) ne ise inkişâf eder (açığa çıkar) . Ve bu kabiliyyet ve isti’dâdâd (istidâtlar) ba’de’l-inkişâf (meydana çıktıktan sonra) ,  Hakk’ın tafsîlen (teferruatlı olarak) ma’lûmu (bilinmiş) olurlar. İşte Hakk’ın bunlara taallûk eden (ait olan) ilmi, onların ma’lûmiyyetlerinden (bilinmelerinden) sonra olduğundan “ilim ma’lûma tâbi’dir” denildikde  “ilm-i sıfâtî ve esmâî”  (ilim boyutunda esmâ ve sıfât) anlaşılmalıdır. İlmin ma’lûma tâbiiyyeti (bilinene uyması tabi olması) hakkındaki delîli Kur’ânî:“ve lenebluvenneküm hattâ na’lemel mucâhidîne minküm”  (Muhammed, 47/31) ya’nî:  “biz sizi imtihan ederiz, tâ ki sizden mücâhid olanları bilelim”  âyet-i kerîmesidir. Hakk’ın:  “Tâ ki biz bilelim”  kavli (sözü)  aslâ te’vîl (tefsîr) edilemez.  Bunu ancak  mütekellimîn (kelâmcı) gibi tenzîh-i vehmî / sâhibleri (varlıkların vücûdunu Hakk’tan ayrı görenler) te’vîl (tefsîr) ederler. Ve onlar vücûd-i eşyâyı (yaratılmışların vücûdunu) Vücûd-ı Vâhid’in (tek olan varlıktan) gayrı gördüklerinden, Hakk’ın ilmi ma’lûma (bilinene) tâbi’ olsa, Hak ilmini gayrdan (kendinden başkasından) ahz etmek (alması) lâzım gelir; bu da cehl (bilgisizlik) ve acz (acizlik) olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zann ederler. Halbuki vücûd birdir. Bu keserât (görülen çokluklar) O’nun suver-i esmâiyyesinin zılâlidir (onun esma sûretlerinin gölgesidir) ve âyîneye mün’akis olan (aynaya aks eden) zılâl (gölgesi) , şahs-ı muhâzînin (kişinin karşısındaki) sûretinden gayrı (başka) değildir. Binâenaleyh (nitekim), şahs-ı muhâzî (kişi karşısındaki) âyîneye nazar ettiği (aynaya baktığı) vakit, gördüğü sûretten kendisinde bir ilim peydâ oldukda (meydana geldiğinde) , o bu ilmi gayrdan (başkasından) ahz etmiş (almış) olmaz. Binâenaleyh (nitekim) mütekellimînin (kelamcıların) tevehhüm ettikleri gayriyyet (zannettikleri başka) yoktur ki, Hakk’a cehl (bilgisizlik) ve acz isnâdı (acizlik) lâzım gelsin. Bu ayniyyet (aynılık) ve gayriyyet mes’elesi, mertebe-i şehâdet faslında (bölümünde) îzâh olunacaktır (açıklanacaktır).

Beşinci Vasl

KAZÂ VE KADER

A’yân-ı sâbite (esmalar) , iktizâ-yı zâtîleri (zatlarının gereği) olan isti’dâd ve kabiliyyetleri dâiresinde Hak’tan zuhûru (ortaya çıkmayı) talep ederler (isterler) . Bu talep (istek) lafzî (söz ile) değil, hâlîdir. (hâl iledir) MESNEVÎ:
(Tercüme)  “Biz yok idik; ve bizim takazâmız (isteğimiz) dahi yok idi. Senin lûtfun bizim nâ- güftemizi (söylemediğimiz sözü dahi) işitir idi.”

Bu talep (istek) , yaşamak için balığın vücûdu su ve insanın vücûdu havâ-yı nesîmî (havayı) talep etmek (istemek) gibidir. Zîrâ onların isti’dâd ve kabiliyyet-i vücûdiyyeleri böyledir. İşte her ayn (ilmi sûret) ,  Zât-ı Ulûhiyyet’ten böyle iktizâ-yı zâtîsine (Zâtının gereğinden dolayı) tecellî talebinde (meydana çıkma isteğinde) bulundu. Onların isti’dâd ve kabiliyyetleri ma’lûm-i ilâhî oldukta (Allah’ın bilincinde olduğundan) taleplerini is’âfen, (isteklerini kabûl ederek) Hak ma’lûmiyyetleri (belirmeleri, bilinmeleri) dâiresinde tekvînlerini (yaratılmalarını) murâd eyledi. Binâenaleyh (nitekim), Hakk’ın irâdesi ilmine ve ilmi de ma’lûm (bilinen belli) olan a’yân-ı sâbiteye (esma terkibine) tâbi’ oldu. İmdi onların kâffe-i merâtibde (bütün mertebelerdeki) isti’dâd ve kabiliyyetleri üzere zuhûrlarına (meydana çıkmalarına) Hakk’ın hükm (emir) etmesi kazâ-yı ilâhîdir ve bu kazâ hükm-i küllî-i icmâlîdir (toplu ve öz bir hükümdür) . İsti’dâd-ı zâtîleri üzerine Zeyd’in ilmine ve saâdetine (mutluluğuna) ve amr’ın cehline (cahilliğine) ve şekavetine (mutsuzluğuna) hüküm gibi. Fakat bu hükümde cebir (zorlama) yoktur. Zîrâ bu hükmü, a’yân-ı sâbite (esma terkipleri) kendileri üzerine vermişlerdir ve Hak bidâyeten (başlangıçta) mahkûmun-aleyhdir (hakkında hüküm verilendir). Ya’nî her bir ayn-ı sâbite (ilmi sûret) kendi kabiliyyet-i zâtiyyesini gösterip Hakk’a demiştir ki:  “ey zî-atâ, (ey bağış sahibi) benim hakkımda hükmi saâdeti ve  beni bu hüküm dâiresinde ızhâr (görünür) et!”  Bu ise o ayn-ı sâbite (manâ) tarafından Hak üzerine bir hükümdür (emirdir). Binâenaleyh (nitekim), o ayn-ı sâbite (ilmi sûret) hâkim (hükmeden) ve sâhib-i atâ (ihsân, bağış sahibi) olan Vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücûdu) mahkûmün-aleyhdir (hakkında hüküm verilendir) . Ba’dehû (ondan sonra) Hak hâkim (hükmeden) ve a’yân-ı sâbite (manâlar) mahkûmün- aleyh (hakkında hüküm verilen) olmuştur. Binâenaleyh (nitekim), cebir (zorlama) her  “ayn”ın  (manânın) isti’dâd ve kabiliyyetlerinden kendi üzerlerine vâki’dir (gerçekleşir). Ve isti’dâd ve kabiliyyetin mec’ûl (yapılmış) olmadığı bâlâda (yukarıda) îzâh olundu. İmdi isti’dâdâd-ı Zâtiyye (Zât’ın istidâdı) aslâ tebeddül etmediği (değişmediği) gibi, iki nakîzi (zıddı) de câmi’ olmaz. (bir araya toplamaz) Meselâ ilm-i ilâhîde saâdetle ma’lûm olan (bilinen) bir a’yân-ı sâbite (esma terkibi) ,  bi’t-tebeddül (değişmek süreti ile) şekavetle (mutsuzlukla) ma’lûm olmadığı (bilinmediği) gibi, bir a’yân-ı sâbite (esma terkibi) ân-ı vâhidde (bir anda) hem saâdet ve hem de şekaveti (mutsuzluğa) hâiz (sahip) olmaz. Zîrâ bunlar, yekdîğerinin (birbirinin) nakîzidir. (zıddıdır) Nitekim bir şey bir an içinde hem beyaz ve hem siyâh olmaz.

Kazâ-yı ilâhî biri mübrem, (önlenemez kaza) diğeri muallak (şarta bağlı önlenir kaza) olmak üzere iki nevi’dir:  “Kazâ-yı mübrem”  (önlenemez kaza) bilâ-kayd u şart (kayıtsız şartsız) infâzı (yapılması, yerine getirilmesi) lâzım gelen kazâlardır. Bu kazâ ne duâ-yı lafzî (söz ile yapılan dualar) ve ne de duâ-yı fiilî (fiil, hâl olarak yapılan dualar) ile, ya’nî tedâbîr (tedbir almak) ile mündefi’ (savuşturulmuş) olmaz. Kazâ-yı mübremde iki i’tibâr vardır. Birisi indallahda (Allah katındaki) “kazâ-yı muâllak” (bir şarta bağlı önlenir kazalar) ve inde’l- melâike (melekler katındaki) ve’l-kâmilîn  “kazâ-yı mübrem” (önlenemez kaza gibi) görünen kazâ-yı ilâhîdir. Bu kazâ duâ ve tedbîr (önlem almak) ile mündefi’ (önlenmiş) olur. “kazâ-yı muallak”  kayd u şarta tebean (kayda şarta bağlı olarak) infâzı (yapılması yerine getirilmesi) lâzım gelen kazâdır. Bu kazâ şart-ı indifâ’ın tahakkuku (kazaya sebep olacak  şartın ortadan kalması) hâlinde nâfiz (tesiri) olmaz. Şart dahî kazâdır.  “kazâ kazâ ile reddolunur”  hadîs-i şerîfinde bu hakîkate işâret buyrulmuştur.

KAZÂ-YI MÜBREME MİSÂL: (Önlenemez kaza) Tavla oyununu oynayan kimse, oyununu iyi oynadığı ve pullarını dahi önüne cem’ edip (toplayıp) refîkınden (arkadaşından) evvel toplamaya başladığı halde, öyle bir zar atar ki, açık vermeğe mecbur kalır. Zîrâ başka türlü oynamak mümkin değildir. Burada tedbîr (önlem almanın) ve mahâretin (hünerin) te’sîri yoktur. İşte bu kazâ-yı mübremdir (önlenemez kazadır).

KAZÂ-YI MUALLAKA MİSÂL: (Şarta bağlı önlenir kaza) Ma’lûm olduğu üzere, tavla oyununda oyuncular zarın hükmüne tâbi’dir. Oyuncu oyununu kazanmak için muvâfık (uygun) gördüğü zarın gelmesini ister. Fakat zarı atınca, ekseriyâ murâdına muhâlif (arzuladığının tersi) olarak zâhir olur. Oyuncu bunda mecbûrdur; mutlaka onu oynayacaktır. Velâkin gelen zar üzerine birkaç türlü oyun mevcut olduğu takdirde, onların en iyisini oynamakta serbesttir. Bu husûsta mecbûr değildir. Eğer her gelen zarda oyununun en iyisini oynarsa, oyunu kazanabilir. İmdi arzûsuna muhâlif (ters) gelen zara tâbiiyyet (uyma) mecbûriyyeti bir kazâdır. Ve kazanmak için oyunun iyisini oynamak dahi bir kazâdır. Arzûsuna muhâlif (ters) zar ile oyunu kaybedebilirken iyi oynadığı için kaybetmedi. Binâenaleyh (nitekim) kazâ-yı, kazâ ile reddeyledi. Ve bu kazâ kazâ-yı muallak oldu.

MESNEVÎ:

(Tercüme) “Allah Teâlâ cânibinden (tarafından) Evliyânın öyle bir kudreti vardır ki, atılmış oku yolundan geri çevirirler” beyt-i şerîfi kazâ-yı mübrem (önlenemez kaza) hakkında değil, kazâ-yı muallak (şarta bağlı önlenir kaza) hakkındadır. Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin (k.a.s.)  “Ben kazâ-yı mübremide (önlenemez kazayı) def’ ederim” buyurmaları indallah (Allah katında) kazâyı muallak (şarta bağlı önlenir kaza) ve inde’l- melâike (melekler katında) kazâ-yı mübrem (önlenemez kaza) görünen kazâ-yı ilâhî hakkındadır. Yoksa kazâ-yı mübrem hiçbir vech (yönü) ile mündefi’ (önlenmiş) olmaz.

“Kader” kazânın tafsîlidir (genişletilmişidir). “Kazâ”  bir vakit ile mukayyed (kayıtlı, bağlı) olmadığı halde, “kader” vakten-mine’l-evkat (herhangi bir vakit) her bir ayn-ı sâbitenin (ilmi sûretin) esbâb-ı mahsûsa tahtında (hûsisi  sebepler altında) cemî’-i merâtibde (bütün mertebelerde) zuhûr edecek (meydana çıkacak) ahvâlini takdîrden (durumunu değerlendirmeden) ibârettir. Meselâ  “Zeyd saîddir”  (saadet ehlindendir) diye hakkında hükm-i küllî  luhûkundan (külli emrin verilmesinden) sonra Zeyd’in falân vakit âlem-i şehâdette zuhûru (şahit olunan alemde meydana çıkması) ve kendisinden falân vakitlerde şu ve şu a’mâli sâliha (güzel fiiller) zâhir olması ve şu kadar sene muammer olduktan (ömür sürdükten) sonra mü’min olarak berzaha intikal etmesi (ölmesi) ve berzahta dahi şu ve şu ni’metlere nâil olması ilh.. gibi ahvâl (durumlar) bu kazânın tafsîli (açılmışı, genişletilmişi) olduğundan bunlara  “kader”  denir.
İmdi kazâ a’yân-ı sâbitenin (esma terkibinin) isti’dâd-ı gayr-ı mec’ûlüne (yapılmamış istidadına) taalluk ettiği (ilgili olduğu) gibi, kader dahi her bir  “ayn”ın  (manânın) cemî’-i merâtibinde (bütün mertebelerinde) zuhûr edecek (meydana çıkacak) isti’dâd-ı mec’ûlüne (yapılmamış istidâdına) taalluk eyler (ilgilidir).Binâenaleyh (nitekim), sırr-ı kader a’yân-ı sâbiteden (esma terkibinden) her bir aynın (manânın) vücûdda zâten (zat olarak) ve sıfâten (sıfât olarak) ve fiilen (fiil olarak) ancak kabiliyyet-i asliyyesinin (asıl gerçek olan kabiliyeti) ve isti’dâd-ı zâtîsinin husûsiyyeti mikdârınca (zatına ait istidât kadarıyla) zuhûru keyfiyyetinden (meydana çıkma keyfiyetinden) ibârettir.
Sırr-ı kaderin (kader sırrının) sırrı dahi budur ki, a’yân-ı sâbitede Zât-ı Ulûhiyyetten gayri  (ayrı) olarak hâriçte zâhir (dışarda da görülmüş) olan umûrdan (işlerden) değildir. Belki Hak Teâlâ Hazretleri’nin niseb ve şuûnât-ı Zâtiyyesinin (Zâtına ait  fiillerin) sûretleridir. Ve Hak Teâlâ’nın niseb ve şuûnât-ı zâtiyyesi (zatına ait sıfat ve fiiller) ise ezelen ve ebeden teğayyür (başkalaşımlardan) ve tebeddülden (değişmelerden) münezzehdir (beridir, arıdır) . Binâenaleyh (nitekim), a’yân-ı sâbite  dahi mümteni’u’t-teğayyürdürler (değişmesi imkânsızdırlar) .  Nitekim bâlâda (yukarıda) îzâh olundu. Ve’l-hâsıl kader kazânın tafsîli (genişletilmişi) olup ânen-fe-ânen (git gide, zamanı geldikçe) zâhir (açığa çıkar görülür) ve zâhir oldukça (açığa çıktıkça) ma’lûm (bilinir) ve ma’lûm oldukça (bilindikçe) mukadder (takdir edilmiş, kader olarak belirlenmiş, yazılmış) olunurlar.

MİSÂL: Hayvan cinsinin açlığı kazâdır. Bu bir hükm-i küllî-i icmâlîdir (hulâsa, öz külli bir emirdir) . Bu açlık hayvan cinsinin iktizâ-yı zâtîsidir (zatının gereğidir) .  Bu cins bu isti’dâd-ı zâtîsi (zatındaki istidâd) ile kendi üzerine açlık ile hükm etti (açlık emrini verdi).Vücûdunun iktizâ-yı zâtîsi olarak (zatının gereği olarak)  “ve in min şeyin illâ indenâ hâzâ inühü ve mâ nünezzilühû illâ bikaderin ma’lûm”  (Hicr, 15/21) âyet-i kerîmesi hükmünce hazîne-i gaybden (gizli hazineden) ânen-fe-ânen (sürekli ve devamlı olarak) efrâd-ı hayvâniyyenin (hayvan cinsinin) zuhûru (meydana çıkması) ve efrâddan (fertlerden) her birinin yaşadığı müddetçe ezmine-i muhtelifedeki (muhtelif zamanlardaki) açlığı kaderdir. Kezâlik (böylece) onların tokluğu da böylece kazâ ve kaderdir.

İmdi açlık hükm-i küllîsi (külli açlık hükmü) , tokluk hükm-i küllî-i icmâlîsine (öz ve külli olan emrine) tekabül eylediği cihetle, (karşı gelmesi yönü ile) kazâ kazâ ile red olunur ve her hayvanın ale’l-infîrâd (ayrı ayrı) ezmine-i muhtelifedeki (muhtelif zamanlardaki) açlıklarına, ezmine-i muhtelifedeki (muhtelif zamanlardaki) toklukları tekabül ettiğinden, (karşıladığından) kader kader ile reddolunur ve bunun gibi soğuk sıcak ile ve sıcak soğuk ile ve mekr (hile, oyun, aldatmaca) mekr ile reddolunur. Şuûnât-ı sâire (diğer işler de) bunlara kıyâs (mukayese) olunsun.

<Devam Edecek>

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com

http://gulizk.com
28.03.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail