DÎBÂCE-İ

8.Bölüm


Ve bunu akıl, nazar-ı fikrî tarîkıyla ârif olmaz; belki bu fennin idrâki, ancak keşf-i İlâhî ile vâkı olur ki, ervâhını kabil olan âlem sûretlerinin aslı ne olduğu ondan ma’lûm olur (3).

Ya’ni, bu tabîat-i külliyye fennini (tabiatın bütün ilimlerini) akıl, nazar-ı fikrî tarîki ile (fikir yoluyla bakarak) bilemez. Bu fennin idrâki (ilmin anlaşılması) keşf-i İlâhî (Allah’ın bildirmesi) ile olur. Ve âlemde (evrende) tekevvün eden (oluşan) nâmütenâhî (sonsuz) sûretlerin aslı nedir? Ve onlar kendilerinin rûhu olan Esmâ-i İlâhiyye’nin te’sîrâtını (İlâhi isimlerin etkilerini) ne vech (yön) ile kabûl ederler? Ve mertebe-i Ahadiyyetten (Zât mertebesinden) âlem-i şehâdete (madde alemine) keyfiyyet-i nüzûlleri (inmeleri) nasıldır? Bunlar hep keşf-i İlâhî (Allah’ın bildirmesi) ile ma’lûm olur (Bilinir).  Nazar-ı fikrî tarîkıyla (fikir yürüterek bakanlar) akıllarını isti’mâl eden (kullanan) ehl-i felsefe (felsefeciler), bu hususta hayret içindedirler. Nitekim, felâsife-i İslâmiyye’den (İslâm felsefecilerinden) olan Ebû Alî Sînâ, vefâtı zamânında bu tarîk (yol) ile sarf ettiği mesâînin (harcadığı zamanın) ve icrâ ettiği (yaptığı) tetebbuât (birbirini takip eden) ve tedkîkatın (incelemelerin) boş olduğunu ve hiçbir şey tahsîl edememiş (kazanamamış) bulunduğunu i’tirâf etmiş ve âtîdeki (aşağıdaki) beyt ile bu aczini (zavallılığını) ikrâr (tastik) etmiştir:

/ Tercüme:  “İ’tisâm-ı mahlûkat (yaratılmışların günahlardan sakınması) senin mağfiretindendir (Sen’in bağışlamandandır) .  Sen’i vasfedenler (anlatanlar, övenler) sıfatından âciz kaldılar. Yâ Tevvâb, (tövbe edenleri bağışlayan) bize tövbe-i hakîki ihsân et (hakiki tevbeyi nasip et) ; zîrâ biz beşeriz (insanız).  Biz seni Hakk-ı ma’rifetin ile bilemedik.”

Ve felâsifenin (felsefecilerin) nerede hayrete düştükleri tafsîli Fass-ı İdrîsî’de gelecektir.

Ma’lûm olsun ki, tabîat-i külliyye (tabiatın bütünü) Ulûhiyyet’in zâhiriyyeti (meydana çıkması) olan Hakîkat-i Vâhidedir (tek hakikâttir). Ve yekdiğerine (birbirlerine)  zıd birtakım keyfiyyetleri hâiz (sahip) olan suver-i tabîiyye (tabiatla ilgili sûretler),  her mertebede, o hakîkat-i Vâhideden (tek hakikâtten) zâhir olup (meydana çıkıp) taayyünât-ı müteaddide ile (taayyünleri çoğalarak) müteayyin olur (belirir). Binâenaleyh (nitekim), tabîat ve tabîattan zâhir olan (meydana çıkan) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabii cisimlerin) hey’et-i mecmûası (bütün hepsi), hakîkat cihetinden (yönünden) ayn-ı vâhidedir (aynı tektir)   ve taayyün cihetinden (meydana gelişi yönünden) uyûn-i kesîredir (çokluk kaynaklarıdır) . Ve ayn-ı vâhide (aynı tek) dahi Hakk’ın hakîkati olan ayn-ı Ahadiyye’dir. (Kendi Zât’ıdır) Ve bu suver-i tabîiyye (tabiatta bulunan sûretler) ayn-ı vâhidenin (aynı tekin) taayyünât-ı muhtelifesi (çeşitli oluşumları) olduğu için, sâha-i taayyünâtta (görünme sahasında) mevcûd olmayan bir şey, tabîattan zuhûr ettikde (meydana çıktıkça), veyâhut suver-i mevcûde-i tabîiyyeden (mevdanda olan tabii sûretlerden) bir takımı bozulup ma’dûm (yok) oldukda, o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir (fazlalaşır) .  Ve tabîata müteallık (ilgili) tafsîlât (açıklama) Fass-ı İdrîsî ile Fass-ı İsevî’de gelecektir. Ve tabîat-ı külliyye (bütün tabiat) kâffe-i merâtibde (bütün mertebelerde) suverin mûcidi (sûretlerin var edicisi) olan hakîkatin zâhiriyyeti (görünürü) olduğu cihetle (yönüyle), sûretler cismânî, aklî, ilmî, hayâlî, zihnî, nûrî, rûhânî ve ilâhî olur. Nitekim, hadîs-i sahîhde buyrulmuştur:

........................................... Ya’nî  “Muhakkak Allah Teâlâ, Âdem’i sûreti üzerine halk etti (yarattı).  Böyle olunca Allah Teâlâ’nın cenâbına lâyık sûret-i İlâhiyye-i nûriyyesi vardır.  “İmdi, ehl-i hakîkate göre sûretler, ya ulvî (yüksek) veya süflî (aşağı) olur. Ve ulviyyet (yücelik) dahi, hakîkî ve izâfî (hadis) kısımlarına ayrılır:/

1.        Suver-i ulviyye-i hakîkıyye (yüksek hakikat suretleri):  Mertebe-i vâhidiyyette müteayyin olan (Esma mertebesinde görülen) esmâ-i Rubûbiyye (Rubûbiyet mertebesindeki Esma) sûretleridir. Bunların maddesi ve heyûlâsı (ilk maddesi, cevheri) amâ’-i Rab’dır. Ve bu suverin (sûretlerin) müessiri (etkileyeni) Zât’ı Ulûhiyyet’in (Allah’ın Zâtı) hakîkati olan Ahadiyyet-i Zâtiyye’dir. (Ahad olan Zât’tır) Ve mertebe-i vâhidiyyetin (Esma mertebesinin) hey’et-i mecmûasının (bütün hepsinin) zâhiriyyeti (dış görünüşü) tabîat-i külliyyedir (tabiatın bütünüdür).

2.        Suver-i ulviyye-i izâfiyye (yüksek, ulvi rûhlar):  Ervâh-ı aklıyye (akıl gücü), ervâh-ı müheyyeme, (Allah’a yakın rûhlar) ervâh-ı nefsiyye (nefs gücü) ve ervâh-ı melâike-i müheyyeme hakayıkının (Allah’a  yakın olan meleklerin hakikâtlerinin rûh) sûretleridir. Bunların maddesi nûr-i tecellîdir (Nûr’dan meydana gelmişlerdir).

3.        Suver-i sufliyye (madde yapılar): Hakayık-ı imkâniyye (görülen ve görülmeyen bütün hakikâtler) ile âlem-i ecsâm (madde aleminin) sûretleridir. Hakayık-ı imkâniyye  (hakikâtler) sûretleri hazret-i imkâniyyede müteayyin olan (meydana gelen) niseb-i İlâhiyye’den (İlâhî sıfatlardan) ibârettir ki, Rab ve merbûb (kul) nisbetleri (vasıfları) bu mertebede zâhir olur. Binâenaleyh (nitekim), hazret-i imkâniyye bi’l-cümle keserâtın (bütün çoklukların) suver-i hakayıkını (hakikât sûretlerini) câmi’dir (toplamıştır). Ve bunların maddesi amâ’-i merbûbdur. (Esma mertebesi, kulluk mertebesi)  Amâ-i Rab’de (vahidiyyet mertebesinde) müteayyin olan (meydana çıkan) hakayık-ı ulviyye sûretleri (yüksek hakikat sûretleri) bu mertebede merbûbiyyetle (kullukla) muttasıf vasıflanmış) olur. Ve hazret-i imkâniyye (esma mertebesi) misâl-i mutlak (misal alemi) ve misâl-i mukayyed (misal alemi) ve berzah âlemlerindeki sûretleri câmi’dir (toplamıştır). Ve bu suver âlem-i ecsâma (madde âlemin sûretlerine) nisbeten ulvîdir (yüksek, yücedir). Ve bu sûretlerin maddesi ve heyûlâsı (özü, cevheri) enfâs (nefisler) ve a’mâl (ameller) ve ahlâk gibi a’râzdır (varlığının oluşumu bir başka varlığa bağlıdır). Binâenaleyh (nitekim) bir kimse şer’a muvâfık (şeriate uygun) a’mâl-i sâliha îfâ etse (iyi işler yapsa) ve ahlâk-ı hasene (güzel ahlak) ile muttasıf (vasıflanmış) olsa, bunlar âlem-i berzahda hûr (hûriler) ve kusûr (kasırlar, köşkler) gibi suver-i cemâliyye (cemâl sûretleri) ile zâhir olur. Ve a’mâl-i seyyie (kötü ahlak) ve ahlâk-ı zemîmeden (beğenilmeyen hal, ahlâk) dahi nâr (ateş) ve hayyât (yılanlar) ve akarib (akrep) sûretleri peyda olur.*

Âlem-i ecsâmdaki (madde âlemindeki) sûretler en sûflî (altta) olanlardır. Ve bunların maddesi cism-i küldür ki, unsuriyyâttan (elementlerden) ibârettir. Bunların ulvîsi (yükseği) hafîf olan “nâr” (ateş) ile  “havâ”dır. Ve nâr (ateş) ile havâ, ervâh-ı havâiyye ve nâriyyenin (havaya ve ateşe ait ruhların) maddesidir. Süflîsi sakîl (altta, olanı ağır) olan ecsâm-ı sulbiyye (katı cisimler) ile mâyi’âttır (sıvıdır) .  Ve bunlar suver-i ma’deniyye (maden) ve nebâtiyye (bitkiler) ve hayvâniyyenin (hayvanların) meddesidir.

İşte   “tabiat “   bu sûretlerin / kâffesini (hepsini) hâmil (kapsamış) olan bir hakîkattir. Bir vech (yön) ile fâil (aktif, etki yapan) ve bir vech (yön) ile münfaildir (pasif,etkilenendir). Meselâ tabîatta harâret (ısı), bürûdet (soğukluk), yubûset (kuruluk) ve rutûbet (nem) vardır. Bu dört şey, tabîatın gayri (başkası) değildir. Fakat tabîat, harâretle (ısıda) yubûsette (kurulukta) ve bürûdetle (soğuklukta) rutûbette (nemde) fâildir (aktiftir, etkendir) ve yubûset (kuruluk) ile rutûbet (nem) sûretlerinde münfaildir (pasif,etkilenendir).  Demek ki, tabîat bir vech ile fâil (yapan, aktif) ve bir vech ile münfaildir (etkilenen, pasiftir).  Te’sîr (etki eden) ve teessürün (etkilenenin) kâffesi (hepsi) bu misâle kıyâs olunsun.(karşılaştırılsın) 

Ve kendi rûhlarını kabûl eden âlemin suver-i ma’kule (akıl ile idrâk edilen sûretler) ve mahsüsesi (hissedilebilir olanlar) âtîdeki (aşağıdaki) îzâhât dâiresinde tekevvün eder (oluşur).  Söyle ki, ervâhın kâffesi (rûhların hepsi) Nûr-i evvel (yaratılan ilk nûr) olan “kalem-i a’lâ”nın  hakîkâtinde müteayyindir (belirlilik kazanır).  Ondan sonra semâvât (göklerin) ve arzın (yerin) halkından (yaratılmasından) evvel, “levh-i mahfûz”da  o maânîyi hâmil (manâlara sahip) olan hurûfun (harflerin) kitâbetiyle (yazılmasıyla) tafsîle gelir (açıklık kazanır). Fakat bu levh-i mahfûzda mersûm (resmedilmiş) olan suver (sûretler) ve eşkâl mütebeyyin (belli) değildir. Ba’dehû (daha sonra) hubb-i zuhûr harâreti (aşk ateşinin meydana çıkması) ve haraket-i şevkıyye-i rûhâniyye (rûhî istek ve arzû ile hareket) inbi’âs etmekle (doğmasıyla), bu suver (sûretler) ve eşkâl-i gayr-i mütebeyyine (başka şekillerde belirmiş) kendilerine mahsûs olan âlemlerinde, ya’nî âlem-i tabâyı’ (tabiat âleminde) ve anasırda (ateş topak, su, hava) tezâhür eder (meydana çıkar). Onların tebeyyün (belirmesi) ve tezâhürü (meydana çıkması),  ya’nî tesviye-i cesedi (madde yapısı) tamâm oldukda bu suver-i cesediyyeyi muzhir olan (cesed gözükenler) rûh-i cemâdîden (madenlerden, topraktan)  sonra rû-i nebâtiyye-yi nâmiyye (yerden biten bitkiye) sârî olur (geçer).  Ba’dehû (daha sonra), rûh-i hayvâniyye-i müteharrike (hareket eden hayvana) ve en sonra da vücûh-i  mümkînenin (varlık bakımından) etemmi (en mükemmel) üzere, zuhûr-i İlâhî (Hakk’ın görünmesi) için, rûh-i insâniyye-i mükemmelenin (mükemmel insana) sereyânı (geçmesi) vâkı’ olur (gerçekleşir).

MİSÂL:   Bir kâtib, ilminde olan maânîye (manâlara) sûret vermek için kalemini hokkaya batırır. Kalem ucunun mahmûl (yüklenmiş) olduğu mürekkep, o maânîyi hâmil (manâyı yüklenmiş) olan hurûfu (harfleri) hâvîdir (ihtiva eder).  Fakat kâtib mürekkep yerine soğan suyu isti’mâl etse (kullansa) ve bu su ile beyaz kağıt üzerine hurûfâtı (harfleri) nakşetse (çizse), kâğıt üzerinde eşkâl-i hurûf (harflerin şekli) mütebeyyin (belirgin) olmaz. Ve bu hurûf (harfler) manâların suveridir (suretleridir) ve ma’nâlar bu suverin ervâhıdır (suretlerin ruhlarıdır). / Ve bu maânî (manâlar), bu hurûfta (harflerde) ittihâd (birleşme) ve hulûl (girme) olmaksızın mevcûddur. Ba’dehû (daha sonra) bu soğan suyu ile yazılmış olan hurûf (harfler) harâret-i nâra (hararetli ateşe) arz  olundukda (tutulduğunda), hurâf-i mersûmenin (resmedilmiş harflerin) rengi kağıdın rengine muhâlif (aykırı) olarak zâhir olmakla karî’ (okuyucu) onları okuyup, o hurûfta (harflerde) zâhir olan (görülen) ma’nâları anlar.

İmdi ervâhı (ruhları) kabûl eden suver-i âlemin (âlem suretlerin) aslı bulunan tabîat-i külliyye fenninin (bütün tabiat ilmini) idrâkı akıl ile değil, keşf-i İlâhî (Allah’ın bildirmesi) ile mümkin olur. Akıl ancak kendi nefsini idrâk eder ve  ona ancak kendi nefsiyle kendi nerfsinden aldığı şey münkesif (açılmış, keşf olunmuş) olur. Zîrâ aklın avâmil (aklın çalışması) ve müessirâtı (tesiri) havâsstir (duyulardır). Akıl, vâsıta-i havâss (duyular aracı) ile kendinde müctemi’ (toplanmış) olan husûsâta (özelliklere) nazaran (göre) hükmeder. Bu ise kendi nefsiyle kendi nefsinden aldığı hükümdür (emirdir).  Bu hükümdeki (emirdeki) ihâtanın cüz’iyyeti (kapsadığı kısım) ise meydandadır. Onun için nazar-ı fikrî tarîkı ile (fikir yoluyla bakan) akıllarını isti’mâl eden (kullanan) felâsifenin (felsefeciler, filozoflar) hakayık-ı eşyâya (varlıkların hakikâtini) ıttılâ’ı (vâkıf olmaya) şimdiye kadar mümkin olmadığı gibi, bundan sonra da ebeden mümkin olamayacaktır. Bunlar Hz. Hayyâm’ın buyurduğu gibi öküzden süt sağmak gibi abesle iştigaldedirler (meşgûldürler).

Beyt-i Hayyâm:
(Tercüme ve izâh)   Onlar ki, akıl ile sa’y ederler; (çalışırlar) yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Libâs-ı belâheti (ahmak elbisesini) giymeleri, ya’nî akıllarını terk edip keşf-i ilâhî ashâbı (ilâhi keşif sahibi) olan Enbiyâ-i Kirâm’ın (Peygamberlerin) getirdikleri ahkâmı (şartları, durumu) kabûl ve onlara tâbi’ olmaları, (uymaları) evlâdır (en münasiptir) .   Bu tebaiyyet (tâbi oluş) öyle olmalıdır ki, emr-i hakîkâtte bugün aklın hükmüyle bir yaprak bile satmamalıdır. Ya’nî ahkâm-ı Enbiyâyı ihâta-i cüz’iyye (Enbiyanın getirdiği hükümlerin çok az bir kısmını anlayabilecek kapasite) sâhibi olan akla tatbîk ile (uyarak) i’tirâzâtta bulunmamalıdır.

Ve keşf-i İlâhî (İlâhi keşif) kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplayan varlığın) mazharının (göründüğü yerin, mahallin) gayrisinde (dışında) vâkı’ olmaz (gerçekleşmez).  Bunlar ise Enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) ile Hz. Şeyh-i Ekber ve emsâli (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) gibi onların vârisleri (mirasçıları) olan kümmelîndir (kâmiller). Zîrâ, bunlar Allah ism-i câmi’inin mazharı (isimleri kendinde toplamış varlığın göründüğü yer) oldukları cihetle (yönüyle),  Zât-ı Mutlak’ın merâtib-i tenezzülâtını (Zat’ın mertebelere inişini) kendi nefislerinde zevkan müşâhede ederler (seyrederler). Ve söyledikleri ve yazdıkları hep kendi müşâhedâd-ı zevkıyyeleridir (gördükleri tattıkları zevklerdir). Ve onlar bu müşâhede (görüş) üzerine bilirler ki, tabîat-i külliyye (tabiatın bütünü) Ulûhiyyet’in (Vahdet mertebesinin) zâhiriyyeti olan (dış görünüşü) hakîkat-i vâhidedir (tek olan hakikâttir). Ve bu da külde sârî (bütünde yayılmış) olan Zât-ı Ahadiyye’den (Ahad olan Zât’tan) başka bir şey değildir. Bunun için Hak Teâlâ buyurur: …………………………………  (Zuhruf, 43/84) ve lisânı—ı Resûliyyeti ile de ---------------

deyip külde Zât-ı Ahadiyye’nin serayânı (Ahad olan Zât’ın yayılış) hakîkatini duyurur.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

25.09.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail