12.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XII. Bölüm)

İmdi bir kimsede Allah'tan bir şey yoktur. Ve her ne kadar onun üzerine suver mütenevvi' oldu ise de, bir kiınsede kendi nefsinden gayrı bir şey yoktur. Ve ehlullahdan âhâdın gayrı bir kimse bunu ârif değildir. Ve muhakkak emir bunun üzerinedir. İmdi bunu bilen kimseyi gördüğün vakit, ona  i'timâd et! Bu, Ehlullâh’ın umûmundan hâssa-i hâssanın hülâsasının ayn-ı safâsıdır. İmdi herhangi sâhib-i keşf, maârifden kendi indinde olmayan şeyi kendisine ilkâ eden ve bundan evvel mevcûd olmayan atâyı veren bir sûreti müşâhede etse, bu sûret onun aynıdır; gayri değildir. Binâenaleyh, kendi nefsinin ağacından kendi ilminin yemişini toplar. Parlak bir cisim karşısında, kendisinden hâsıl olan sûret-i zâhire gibidir ki; o sûret onun gayrı değildir. Ancak şu kadâr vardır ki, kendi nefsinin sûretini ilkâ eder gördüğü mahalde, yâhut hazrette o sûret bir vecihden, o hazretin hakîkatı hasebiyle munkalib olur (33).

Ya'nî mezâhir-i nâmütenâhîden (sonsuz görüntü yerlerinden) her bir mazhar (görüntü yeri, birim), şuûnât-ı İlâhiyye’den (Allah’ın fiillerinden) bir şe'n (iş, fiil) olan bir ism-i hâssın mazharıdır (kendi has esmasının göründüğü yerdir) . Vücûd-ı mutlak-ı Hak (Mutlak vücûd sahibi olan Hak) o isim hasebiyle, o mazhar (görüntü yerinin) sûretinde müteayyin (meydana çıkmış) ) ve mütekayyid (kayıtlı) olmuştur. Binâenaleyh (nitekim) o mazhar (görüntü yeri) bir vücûd-ı müstakil (bağımsız olan vücûdu) ve vücûd-ı  Hak (Hakk’ın vücûdu) muvâcehesinde (karşısında) bir, iki, üç diye sayılabilecek bir mevcûd olmadığından, herhangi bir mazharın (görüntü yerinin) yücûdunu isbât edip (var olduğunu söyleyip) bunda Allah'tan şu kadar şey  vardır diyemeyiz. Aksi halde Allah'ın hulûl (içine girme) ve tecezzî (bölünme, parçalara ayrılma) kabul ettiğini iddiâ etmek olur. Halbuki işin hakîkâti aslâ böyle değildir. Bu mezâhir (görüntü yeri) vücûd-ı Mutlak-ı latîfin (Mutlak Zât’ın nurunun) mertebe mertebe tekâsüfünden (yoğunlaşmasından) husûle meydana) gelmiş olan birer âyînedir (aynadır) ki, onlarda her bir ismin sûreti mün'akis olmuştur (aksetmiştir). Meselâ bir kimsenin sûreti bir âyînede (aynada) görüldüğü vakit, o sûret-i hayâliyyede (hayali surette) , sâhib-i hayâl (hayalin sahibi) olan râînin  (görenin) vücûdundan bir şey mevcûddur denemez. Ancak o hayâl ile sâhib-i hayâl (hayâlin sahibi) arasında bî-tekeyyüf (keyif almaksızın) ve ta'rîfe sığmaz bir ittisâl (kavuşma) mevcûddur.

Mesnevî:

(Tercüme ve îzah) Nâsın Rabbi (insanın Rabbi) ,  ya'nî kendilerini terbiye eden ism-i hâs (idâresi altında oldukları isim)  için, nâsın (insanın) cânı île bî-tekeyyüf (keyif almaksızın) ve bî-kıyâs (ölçüsüz) bir ittisâl (kavuşma) vardır. Zîrâ her bir ism-i hâs (kişinin kendi öz ismi) bir şe'n-i zâtîdir. (Zât’ın bir fiilidir, işidir) Hak, ilim mertebesinde bu şe'n (fiil, iş) ile müteayyin (görülür) olur ve suver-i ilmiyye (ilmi suretler) , bu şuûnâtın (fiillerin, işlerin) zıllidir (gölgesidir). Ondan sonra mertebe-i ervâha (rûhlar mertebesine) tenezzül edip (inip) yine bu şe'nin (fiilin, işin) sûret-i ilmiyyesi (ilmi sûretleri) üzere, o mertebenin îcâbına göre taayyün eder (oluşur, meydana çıkar) ki, ervâh (rûhlar) suver-i ilmiyyenin (ilmi sûretlerin) zıllidir (gölgesidir) .  Ve kezâ yine böylece âlem-i misâle (misal, hayâl âlemine) ve hazret-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) tenezzül eyler (iner). Binâenaleyh (nitekim) her bir mertebede müteayyin olan (meydana çıkan) sûret kendinden evvelki mertebede müteayyin bulunan (meydana çıkmış olan) sûretin zılli (gölgesi) olur ve sâhib-i zıll (gölgenin sahibi) ile zıll (gölge) arasındaki ittisâl (kavuşma), bî-tekeyyüf (keyif almaksızın) ve bî-kıyâstır (ölçüsüzdür).

Ve bir kimsenin üzerinde etvâr-ı vücûdiyyesi (vücûdunun tavırları, halleri) hasebiyle türlü türlü sûretler zâhir olur (meydana gelir) ise de, onda kendi nefsinden başka bir şey yoktur; zîrâ her bir kimsenin hakîkâti, ilm-i İlâhî mertebesinde (Allah’ın ilminde) vücûd-ı Hak'la (Hakk’ın vücûduyla) müteayyin olan (meydana gelen) şuûnât-ı Zâtiyye’den (Zât’a ait fiillerden) bir şe'ndir (iş, fiildir). O şe'n-i İlâhî’nin (İlâhi fiilin, işin) isti'dâdı neden ibâret ise, iktizâ-yı Zâtîsi (Zâtının, kendisinin gereği) olan şeylerin kâffesi (hepsi) onun hazînesinde cem’ olmuştur (toplanmıştır) . Her bir mevtında (mertebede) o mevtının (mertebenin) îcâbına göre, vakti geldikçe pey-der-pey kuvveden fiile gelir, Binâenaleyh (nitekim) bizim üzerimize, doğduğumuz günden öleceğimiz güne kadar, ne sûretlerde atâyâ-yı İlâhiyye (İlâhi bağışlar) vârid olmuş (gelmiş) ve olacak bulunmuş ise, hep kendi hakîkatimizden ve nefsimizden ve ayn-ı sâbitemizden (ilmi suretimizden) vârid olmuştur (gelmiştir) . Anbâr-ı hakîkâtimizde (kendi hakikâtimizin deposunda) mevcûd olmayan şeylerin bizlere vârid olması (gelmesi) muhâldir (olanaksızdır).  Ve bu ilmi, Ehlullah’tan (Allah ehli olanlardan) esrâr-ı esmâ (esmanın sırlarına) ve sıfâta ve sırr-ı kadere (kader sırrına) vâkıf olan (anlayan) efrâddan (kişilerden) gayrisi (başkası) ze'vkan ve hâlen bilmez ve emrin hakîkâti muhakkak vech-i mezkûr (adı gecen hakikâti) üzeredir. Böyle olunca ey tâlib-i (bu ilmi isteyenler) esrâr-ı esmâ (esmanın sırrı) ve sıfât-ı İlâhî, (İlâhi sıfat) bu ilmi zevkan ve vicdânen bilen kimseyi gördüğün vakit, ona i'timâd et (güven) ve gassâl yedinde (ölü yıkayıcının elindeki) meyyit (ölü) gibi ona teslîm ol! Zîrâ bu ârif, Ehlullâh’ın (Allah ehli olanların) umûmundan (hepsinden) hâssa-i hâssanın (seçkinlerin seçkinin) hülâsasının (özünün) ve zübdesinin (en seçkininin) ayn-ı safâsıdır, (saflığın, berraklığın ta kendisidir) ya'nî süzülmüşüdür.

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, Ehlullâh’ın avâmı (Allah ehlinden avam olanlar) tevhîdi (birliği) müşâhede ederler (görürler).Ve tevhîdin (birlemenin) makâmât-ı muhtelifesinde (muhtelif makamlarında) zikir "lâ ilâhe illallah"tan ibârettir. Ve bu kelime-i tayyibe (hoş, güzel kelime) ağyârın (masivanın, Allah’tan başka her şeyin) vücûdunu nefy (uzaklaştırdığı, sürgün ettiği) ve Hakk'ın vücûdunu isbât ettiği (var olduğunu söylediği) için isneyniyyet (ikilik) ma'nâsını mutazammındır (içine alır) . Zîrâ bir şeyin vücûdunu nefy (uzaklaştırmak, sürgün) etmek için evvelen onu isbât etmek (varlığını kanıtlamak) lâzımdır. / Binâenaleyh (nitekim), bunda "tevhîd" (birleme) ve "muvahhid", ya'nî tevhîd eden (birleyen) ve "muvahhed", ya'nî tevhîd olunan (birlenen) iktizâ edip (gerektirip) bunlar dahi kesrettir (çokluktur) ve aklen bunlar yekdîğerinin (biri diğerinden) gayrıdır (başkadır).

Ehlullâh’tan (Allah ehli olanlardan) hâssanın hâssasına (seçkinlerin seçkinine) gelince bu zevât (kişiler) kesrette (çoklukta) vahdeti (tekliği) müşâhede ederler (görürler) .  Ya'nî cemî'-i mezâhirde (bütün görüntü yerlerinde, birimlerde) bi-hasebi'l-esmâ (sayısız esmayla) müteayyin olan (görülen)   Hakk'ın vücûd-ı vâhididir, (Hakk’ın tek vücûdudur) derler. Binâenaleyh (nitekim) vücûd-i vâhid-i hakîkî (var olan tek hakiki vücûd) ile vücûd-ı mezâhir (vücûdun görüntü yerleri olan birimler) arasında gayriyyet (ayrılık) görmezler ve nazarları (bakışları) vücûd-ı vâhid-i hakîkîyedir (tek olan hakiki vücûdadır).

Ehlullâh’tan (Allah ehli olanlardan) hâssanın hâssasının zübdesi (seçkinlerin seçkininin seçkini) dahi vahdette kesreti (teklikte çokluğu) müşâhede ederler (seyrederler). Nazarları (bakışları) vücûd-ı vâhid-i hakîkîde (hakiki olan tek vücûdda) müteayyin olan (meydana gelen) mezâhiredir (görüntü yerlerinedir, birimleredir). Ya'nî vücûd-ı Mutlak’ın (Mutlak Zât’ın) merâtib-i tenezzülâtında (mertebelere inişinden) zâhir olan (görülen) kesrete (çokluğa) nâzırdırlar (bakandırlar).  Bu nazarda (bakışta) dahi gayriyyet (ayrı, başka görme) yoktur.

Ehlullâh’tan (Allah ehli olanlardan) hâssa-i hâssanın (seçkinlerin sekininin) hülâsasının (özünün) süzülmüşü ve sâfîsi (saf olanı) dahi iki şuhûd (görüş) arasını cem' ederler (toplarlar). Ya'nî kesrette vahdeti (çoklukta tekliği) ve vahdette kesreti (teklikte çokluğu) mü­şâhede ederler (görürler). Onların nazarında (bakışlarında) vâhidi hakîkînin (tek olan hakikâtin) vücûdu kesret-i (çokluklardaki vücûdu) mezâ­hire (görüntü yerlerine, birimlere) ve kesret-i mezâhir (görüntü yerlerinin, birimlerin çokluğu) dahi vâhid-i hakîkînin (tek olan hakikâtin) vücûduna hicâb (perde) olmaz. İmdi herhangi bir keşif sâhibi bir sûret görse ve o sûret ona bilmediği ilmi ilkâ etse (verse, ilham etse) ) ve evvelce kendisine ma'lûm olmayan (bilmediği) esrâr (sırları) ve hakâyıkı (hakikâtleri) öğretse ve meselâ "Ben senin Allâh'ınım şunu yap, bunu yapma" dese, o kimse bu gördüğü sûreti "Allah" zannetmesin! O sûret ancak onun ayn-ı sâbitesinin (ilmî suretinin) sûretinde (görüntüsünde) vâki' (mevcut) olan Hakk'ın bir tecellî-i sûrîsidir (oluşmuş görüntüsüdür) ve ayn-ı sâbitesi (ilmî sureti) ise kendisinin aynıdır, gayrı (başka) değildir. Bu sûret, o sâhib-i keşfin (keşif sahibinin) kendi ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) olunca, onun verdiği ilim dahi, yine kendisinden kendisine verilmiş olur. Ve kendi Rabb-i hâssı (öz esması) olan ismin ağacından meyve-i ulûmu (ilim meyvasını) koparıp cem' etmiş (toplamış) bulunur.

Beyt:

(Tercüme) "Şeker menba'ıyım, şeker kamışı tarlasıyım. O şeker benden neşv ü nemâ bulur (yetişir büyür) . Onu yine ben yerim".

Beyt:

(Tercüme ) "İyilik ve kötülük herkese kendinden gelir. İyilere iyi ve kötüye de kötü vâsıl olur (ulaşır)."

Bu hal, parlak bir cisim karşısında, insanın kendisinden zâhir olan (görülen) sûrete (görüntüye) benzer. Nitekim bu sûret-i mün'akise (akseden görüntü) , râînin (bakanın) gayrı (başkası) değildir. İşte o parlak cismin vücûdu, insana kendi zâtının müşâhedesi (zâtını seyretme) keyfiyyetini (hususunu) vukûa getirdi (oluşturdu). Kezâlik (böylece) vücûd-ı Hak'ta, zâhir olan (meydana çıkan) suver (sûretler) dahi, Hakk'ın âyîne-i vücûdunda (ayna olan vücudunda) mün’akis olan, (yansıyan) a'yân-ı sâbitenin (esmanın) sûretleridir (görüntüleridir) . Binâenaleyh (nitekim) her bir sâhib-i keşfin (keşif sahibinin) vücûd-ı Hak mir'âtında (Hakk’ın vücûd aynasında) müşâhede ettiği (gördüğü) sûret kendi zâtının ve hakîkatinin, ya'nî ayn-ı sâbitesinin sûretidir (ilmî suretinin görüntüsüdür).  Şu kadar ki, bu gördüğü sûret, mahal (yer) veyâ hazret (mertebe, boyut) hasebiyle bir vecihten (yönden) münkalib olur (değişikliğe uğrar).  Ya'nî sâhib-i keşfin (keşif sahibinin) gördüğü sûret, kendi ayn-ı sâbitesinin (ilmî suretinin) aynı olmakla berâber, o sûreti, hangi hazrette (mertebede, boyutta)  görmüş ise, o hazretin (mertebenin, boyutun) îcâbına (şartlarına) göre müşâhede eder (görür). Zîrâ o sûret (görüntü), hazarâtın (mertebelerin) muktezâlarına (gereklerine, şartlarına) tebean (uyarak) değişir. Meselâ hazarât-ı hamseden (beş mertebeden), "hazret-i ervâh"da (rûhlar mertebesinde) başka ve "hazret-i misâl" de başka ve "hazret-i şehâdet"te (içinde bulunduğumuz boyutta) başka olur. Fakat hepsi ayn-ı sâbitesinin (ilmî suretinin) sûretidir (görüntüsüdür). Ancak mahalle (yere) göre takallüb (değişmiş) ve tahavvül etmiştir (başka şekle girmiştir).

Nitekim büyük şey, küçük âyînede küçük ve mustatîlde müstatîl ve müteharrikte müteharrik olarak zâhir olur. Ve ba'zan hazret-i hâssadan sûretin intikâsini verir ve ba'zan dahi, ondan zâhir olan şeyin aynını verir. Binâenaleyh, ondan zâhir olan sûretin sağı, râînin sağına mukâbil olur. Ve ba'zan da sağ, sola mukâbil olur. O da ekseriyâ âyînede umûmda âdet menzilesindedir ve hark-ı âdet ile sağ, sağa mukâbil olur ve intikâs zâhir olur. Ve bunun hepsi, kendisinde mütecellî olan hazretin hakîkatinin a'tıyâtındandır ki, biz onu merâyâ menzilesine tenzîl ettik (34).

Ya'nî sâhib-i keşf (keşif sahibi) olan kimsenin gördüğü sûretin mahalle (yerle) veyâ hazrete (mertebeye) göre tahavvül etmesinin (surete, görüntüye dönüşmesinin) misâli budur ki, / cirmi (cismi) büyük olan bir şey, küçük âyîneye (aynaya) mukâbil oldukda (karşı durduğunda) küçük görünür. Yine aynı cirm (cisim) uzun veyâ müteharrik (yüzeyi değişik) âyîneye karşı dursa uzun ve müteharrik (değişik) olarak zâhir olur. Binâenaleyh (nitekim) o cisim, mahallin îcâbına (yerin durumuna) göre görünür. İşte bunun gibi birer küçük âyîneden (aynadan) ibâret bulunan her bir aynda (manâda, ilmi surette) Hak, o "ayn"ın (ilmî suretin, manânın) îcâbına (kendi durumuna) göre zâhir olur (görülür).

Ba'zan âyîne husûsî  bir yakınlıktan dolayı, râîye (bakana) sûretinin intikâsini (tersini) , ya'nî taban tabana ma'kûsiyyetini (zıttını) verir. Meselâ sath-ı zemîne (yerin yüzeyine) ufkıyyen mevzû' (yatay olarak paralel konmuş) bir âyîne üzerine bir kimse basmış olsa, âyînenin (aynanın) bu hazret-i hâssası (özel niteliği) , ya'nî kurb (yakın oluşu) ve huzûr-ı husûsîsi (duruş şekli) , o kimseye sûretini ma'kûs (tersine çevrilmiş) gösterir. Ve ba'zan âyînede zâhir olan (görülen) sûret (görüntü) , râînin (bakanın) sûretine bilâ-intikâs (ters düşmez, ters göstermez) muvâfık (uygun) olur; ya'nî sûret (görüntü) ters çıkmaz, sağı sağa ve  solu da sola mukâbil (karşılık) gelir. Meselâ birbirine mukâbil (karşılıklı) iki âyîne vaz' edilip (konulup) râî (bakan) ikisinin arasında kâim olsa, (ayakta dursa) birinci âyînedeki  sûretinin  sağı şahs-ı kâimin (ayakta duranın) soluna; ve solu dahi sağına mukâbil (karşı) olur. Fakat o âyînedeki  sûret mukâbil (karşıt) olan diğer âyînede  zâhir olduğu (görüldüğü) vakit sağı ve solu şahs-ı kâimin (ayakta duran kişinin) sağına ve soluna tamâmiyle mutâbık (uygun) bulunur. Fakat âyînede mer'î olan (görülen) sûretin (görüntünün) sağının, şahs-ı kâimin (ayakta duran kişinin) soluna tevâfuku (uygun gelmesi) umûm indinde (genelde) ekseriyâ âdet-i câriyye (alışılmış olan) menzilesindedir (durumundandır) . Ve mâdemki âdet-i câriyye (alışılmış olan) sağın sola tekâbülüdür, (karşı gelmesidir) şu halde âyînedeki  sûretin  sağı râînin (bakanın) sağına tekâbülü (karşı gelmesi) âdet hilâfında (alışılmışın zıddı) olmuş demek olacağından, intikâs, (terslik) ya'nî terslik, zâhir olmuş (meydana çıkmış) olur. İşte bu zikrolunan (adı geçen) ihtilâfın (farklılığın, tersliğin) hepsi, mahall-i tecellî (tecellilerin görüntü yeri) olan hazretin (mertebenin) a'tıyâtındandır (bağışlarındandır). Binâenaleyh (nitekim), âyînede görünen sûret,  her ne kadar râînin (bakanın) aynı ise de, âyînenin (aynanın) vaz'iyyet-i mahsûsasına (duruş özelliğine) ve râînin (bakanın) ona olan kurbiyyet-i hâssasına (yakın olma hususuna) göre zâhir olur (görülür).Ve kezâlik (böylece) birtakım âyîneler menzilesinde (ayna derecesinde, mertebesinde) olan hazarât-i İlâhiyye (İlâhi mertebeler) ve kevniyyede (evrende) her bir hazrette (mertebede) sâhib-i keşf (keşif sahibi) olan râî (gören) bir sûret müşâhede etse (görse) , o sûret kendisinin sûretidir. Ancak hangi hazrette (mertebede) zâhir olmuş (meydana çıkmış) ise, o hazretin (mertebenin) muktezâ-yı hakîkatine (hakikâtinin, şartlarına) göre tahavvül eder (şekil değiştirir) . İmdi her bir kimseye vâsıl olan (ulaşan) atâ-i İlâhî, (İlâhi bağışlar, feyzler, ilhamlar) kendi ayn-ı sâbitesinden (kendisinin ilmi suretinden) gelir.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

26
.02.2002


Üst Ana sayfa e-mail