DÎBÂCE-İ

3.Bölüm


İmdi ben:  “Sem’ ve tâat, Allah Teâlâ’ya ve Resûlü’ne ve bizden ulü’l-emredir; nitekim emr olunduk”  dedim. Binâenaleyh Resûlullah (s.a.v.)’in bana tahdîd buyurduğu gibi, ziyâde ve noksan olmayarak bu kitabın ibrâzı için, ümniyyeyi tahakkuk ettirdim ve niyeti hâlis kıldım ve kasd ve himmeti tecrîd ettim (4).

Ya’nî Allah Teâlâ Hazretleri ile onun Resûl’ü ve bizim cinsimiz ve ehl-i dînimiz tarafından sâdır olan (meydana çıkan) emri dinleyip, ona itâat ederiz. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîmde:........................................

(Nisâ, 4/59) ve hadîs-i şerîfte dahi...................................  buyrulmuştur, demek olur. Ve her mertebede sâdır olan (çıkan) emri dinleyip / ona itâat etmek, Allah Teâlâ’ya itâattir. Zîrâ Ulûhiyyet, makam-ı cem’ (toplayan) ve Resûl ve ulü’l-emr (emir sahibi) makam-ı tafsîldir (en geniş makamdır) ve cümlesi merâtib-i ilâhiyye’dir (hepsi ilâhî mertebelerdir) . Ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu Fusûsu’l-Hikem’in nâsa ihrâcı (insanlara verilmesi) için kendisine vâkı’ olan (gelen) emri, Hak’tan ve Resûl’ünden ve ulü’l-emrden (emir sahibinden) telakkî buyurduğuna (aldığına) işâret eder. Zîrâ âlem-i his ve şehâdete (his ve madde alemine) nâzil olan (inen) her bir ilim ve hikmet, Mertebe-i Zâttan Hakîkat-i Muhammediyye’ye ve ba’dehû (ondan sonra) bâtında ulü’l-emr (emir sahibi) olan onun hulefâsının (halifelerinin) kalbine vârid olur (doğar) .  Ve Hz. Şeyh-i Ekber vâris-i ekmel-i Nebevî (Peygamberlerin en mükemmel mirâsçıları) olduğu cihetle (yönüyle) ulü’l-emr (emir sahibi) kendileridir. Eğer  “Bir kimsenin kendine itâati nasıl olur?”  denecek olursa, cevâbı budur ki: Her bir kimse kalbine gelen her bir şeyi bir lüzûm olmadıkça mutlaka nâsa ihrâç etmez (insanlara açıklamaz) . Eğer lüzûm olursa, yine kendi bâtınından (özünden) vârid olan (ilhâm olunan) emr (emir) üzerine o ma’nâ-yı latîfi (ince manâyı) harf ve savt (ses) ile bi’t teksîf (koyulaştırarak) nâsa ızhâr eder (insanlara açıklarlar) . Bu sûrette o kimsenin zâhiri (bedeni) kendi bâtınına (rûhuna) itâat etmiş olur.

“Ümniyye”   “temennî”den  “istemek”  ma’nâsınadır. Şurrâh-ı kirâmdan Abdürrezzâk Kaşânî Hazretleri gibi ba’zıları  “ümniyye”yi  (isteği) cenâb-ı Şeyh-i Ekber’e Dâvûd-i Kayserî ve diğer şurrâh-ı kirâm hazârât-ı gibi ba’zıları da Peygamber’e muzâf (ilgili) kılmıştır. Hz. Şeyh’e izâfesi (ilişkisi) hâlinde ma’nâ:  “Ben vâktâ ki (ben ne vakit ki) kendimde böyle bir kitâbı ahz (bulmak) ile nâsa (insanlığa) ihrâç (çıkarma) isti’dâdını müşâhede ettim (gördüm),  kalben isterdim ki, (S.a.v.) Efendimiz bunu bana emir buyursunlar. Bendeki bu  “ümniyye”  (istek) mübeşşirede (rüyâda) tahassul edince (neticelenince) verilen bu kitâbı âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) nâsa  ihrâç etmek (insanlara ulaştırmak) sûretiyle o  “ümniyyeyi tahakkuk ettirdim.”  (o temennimi gerçekleştirdim) demek olur. Ve cenâb-ı Peygamber’e muzâf (bağlı) oldukda ma’nâ:  “Nâsın intifâ’ı (insanların faydalanmaları) için bu kitabın nâsa ihrâcı (insanlara ulaştırılması) husûsunda Cenâb-ı Peygamber tarafından mübeşşirede (rüyada) vâkı’ olan  “ümniyye”yi  (isteği) âlem-i şehâdette (bu âlemde) tahrîr etmekle (yazmakla) tahakkuk ettirdim”  (gerçekleştirdim) demek olur. Abdullah Bosnevî Hazretleri her iki / şıkkı dahi beyân buyurmuştur (açıklamıştır). Ve  “tahakkuk ettirmek”ten  (gerçekleştirmekten) murâd (maksat) âlem-i his ve şehâdete (madde boyutuna) ihrâç etmektir (çıkarmaktır). Zîrâ Yûsuf (a.s.), evvelce gördüğü rü’yâ eserinin (rüyanın neticesi) âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) zuhûru (meydana çıkması) üzerine .................................. (Yûsuf, 12/100) demiş idi. Bu bahse dâir olan hakayık (bu konuya ait hakikatler) Fass-ı Yûsufî’de gelecektir.

“Niyeti hâlis kılmak” tan  murâd dahi, bu kitâbı behemehâl (mutlaka) nâsa ihrâç etmektir (insanlara ulaştırmaktır).  Ve  “tedrîd-i kasd ve himmet” ten  murâd dahi, bu kitâbın hîn-i tahrîrinde (yazma sırasında) akl-ı nazarî (akli görüş) ve ağrâz-ı nefsâniyye sâikasıyla (nefisten gelen sebeplerle) bir harf bile yazmayıp Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in tahdîd (sınır) buyurduğu ilim ve hikemi (hikmetleri) bir kelime bile ziyâde (fazla) ve noksan olmaksızın, tamâmiyle ızhâr etmektir (açıklamaktır) .  Bu hâl ise ancak vâris-i ekmelin (en kâmil mirasçının) şânıdır. Zîrâ onlar akl-ı nazarîlerinin evhâmından (akıllarının yanıltmalarından) ve nefislerinin iğvââtından (nefislerinin arzularından) kurtulmuşlardır.

Ve Allah Teâlâ’dan taleb ve niyâz ettim ki, onu ibrâzda ve cemî’-i ahvâlimde beni üzerlerine şeytanın tasallutu olmayan kullarından eyleye. Ve parmaklarımın yazdığı ve lisânımın söylediği ve kalbimin üzerine şâmil olduğu cemî’-i şeyde te’yîd-i  i’tisâmî ile rû’-i nefsîde beni ilka-i Subbûhî’ye ve nefh-i rûhîye tahsîs ede. Hattâ mütehakkim değil, mütercim olayım. Tâ ki ashâb-ı kulûb olan ehlullâhdan ona vâkıf olan kimse mütehakkık olsun ki, / muhakkak o, telbîs giren ağrâz-ı nefsiyyeden münezzeh bulunan makam-ı takdîsten münzeldir. (5)

Fass-ı Âdemî ile Fass-ı Eyyûbî’de beyân olunacağı (açıklanacağı) üzere, şeytanın hakîkati baîddir. (uzaktır) Zîrâ şeytanet,  “bu’d”  (uzaklık) ma’nâsınadır. Çünkü şeytan nârdan (ateşten) mahlûktur. Ve nâr (ateş) âlem-i tabîattandır. Ve âlem-i tabîat ise, cemî’-i müştemelâtiyle (bütün her şeyi içine almakla) berâber Hak’tan bu’d-i ma’nevî (manevî uzaklık) ile baîd (uzak) olup cemâl-i Hakk’ın hicâbıdır (Hakk’ın perdesidir) .  Binâenaleyh (nitekim),   şeytan ibâdı (kulları) bu vesâit-ı tabîiyye ile (tabiatı sayesinde) iğfâl (baştan çıkarır) ve iğvâ eyler (şaşırtır). Ve kitâbet (yazma) ve nutuk (konuşma) ve kalbin zâhiri (dış görüntüsü) olan cenândaki havâtır (gönüldeki hatıralar) ve hevâcis (kötü düşünceler), hep bu âlem-i tabîatta vâkı’ olan (tabiat âleminde gerçekleşen) ahvâldendir (hallerdendir) .  Böyle olunca bunlar şeytanın tasallut ettiği (sataştığı, musallat olduğu) mevâzı’dandır. (yerlerdir) Maahâzâ (bununla beraber) Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de şeytana hitâben ..................... (Hicr, 15/42) ya’nî  “Muhakkak benim kullarım vardır ki, senin onların üzerine tasallutun (musallat olduğun etkilediğin) yoktur”  buyurur. Zîrâ bunlar Evliyâullah’tır. Ve tabîatın hüküm ve nüfûzu altından çıkmışlardır. Ve onlar üzerinde şeytanın vesâit-ı tasallutu (sataşacağı araç) kalmamıştır. Ve vâris-i ekmel (en mükemmel mirasçı) olan Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) onlardan biridir. Fakat Hak Teâlâ’ya karşı edeben (nezâket icâbı) kendisinin şeytanın tasallutu olmayan (sataşmadığı) kullardan olmasını taleb eder (ister). Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: “Muhakkak cennette bir derece vardır ki, ancak bir adama sâlihtir (uygundur). Ve ben bu adam olmayı umarım”  buyururlar. Halbuki o racül  nefs-i nefîs-i (değerli, aziz adam) risâlet-penâhîleridir (Risâlet görevlisidir) . Edeben (nezâketleriyle) böyle buyurmuşlardır.

“Te’yîd-i i’tisâmî”   “âsım”  olan (günahlardan koruyan) Allah Teâlâ tarafından, ilkaât-ı şeytâniyye (şeytanın telkinleri) ve havâtır-ı nefsâniyyeden (nefisten gelen arzulardan) muhâfaza sûretiyle nusret (yardım) etmekten ibârettir.

“Rû’-i nefsî”:   “Rû’”  (kalbin tabiat âlemine dönük tarafı)  “Rûh”  vezninde (ölçüsünde)   “sadır”  (meydana çıkma) ma’nâsınadır ki, kalbin âlem-i tabîata (Tabiat âlemine) müteveccih (dönük) olan yüzüdür. Zîrâ, kalbin iki yüzü vardır: Birisi âlem-i ervâha (rûhlar âlemine) ve diğeri âlem-i tabîata müteveccihdir (dönüktür). Ve âlem-i tabîata müteveccih (dönük) olan yüzü, hevâcis-i nefsâniyye (nefsin kuruntularının, kötü düşüncelerinin) ve vesâvis-i şeytâniyyenin (şeytânın vesveselerinin) mahallidir (alanıdır). Te’yîd-i i’tisâmî  (günâhlardan sakınma) ile müeyyed (desteklenmiş) olunca  “nefs-i rûhî” ye  ( ........ ) mahal olduğu vakit, nûr-i ilâhî (ilâhi nûr) ile münevver (nûrlanmış) ve rezâil (rezâletler) ondan zâil (yok) olur.

“İlka-i Subbûhî” (Ahadiyyet mertebesinden olan ilham,vahiy):

Mertebe-i Ahadiyyetten vâkı’ olan ilkadır (ilhâmdır).  Zîrâ, mertebe-i Ahadiyyet, kesretten (çokluk görüntüsünden) münezzeh (arı) olduğundan bu mertebeden vâkı’ olan ilkaât (ilhâm) dahi, âlem-i kesretin îcâbâtından bulunan (çokluk görüntüsünden kaynaklanan bir durum olan) nefis ve şeytanın ilkaâtı (ilhâmı) olan evhâm ve hayâlât gibi şâibelerden berîdir (kusurlardan arınmıştır).

“Nefs-i rûhî” :  Ervâh-ı âliyye-i külliyye-i melekiyyeden (rûhul kudüsden, hakîkati Muhammediyye’den) ilka (ilhâm) olunup kalbin âlem-i ervâha (rûhlar âlemine) müteveccih (dönük) olan yüzünde zuhûr eden (meydana çıkan) kelâm-ı rûhânî sûretidir. Ve o kelâm-i rûhânînin sûreti Rûhu’l-Kuds’ten kalbin bâtınına menfûhdur (üflenmiştir). Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: .................................. hadîs-i şerîfiyle buna işâret buyururlar.

İmdi, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)’in bu kitaba yazdığı ulûm-i hikem (ilmin hikmetleri), evvelen (ilk olarak) mertebe-i Ahadiyyetten (Zat mertebesinden) âlem-i ervâha (esma mertebesine) ve sâniyen (ikinci olarak) âlem-i ervâhtan onun kalbinin bâtınına (kendi özüne) ve sâlisen (üçüncü olarak) kalbinin zâhirine ilka (ilham) olununca, kendisi mütercim (tercûman) vaziyetinde olur. Zîrâ mütercim, ancak ma’nâyı nakl eder (aktarır).  “Mütehakkim”  ise, bir ma’nânın ızhârında (açığa çıkarmasında) kendi re’yini isti’mâl eder (görüşünü de katar) .  Binâenaleyh (nitekim) Hz. Şeyh bu kitapta  “mütehakkim”  (kendi görüşünü kullanmış) değildir. Bu kitabın mâânîsi, (manâlarının) elfâzı (lafızları), nazmı (dizimi) ve tertîbi (sıralaması) ve kitâbeti (yazılması) ve ahvâl-i sâiresi (başka halleri) te’yîd-i (sağlamlaştıması) i’tisâmî (günahlardan sakınılması) ile hep ilka-i Hak’tır. (Hak’tan gelen ilhâmdır). Ve bu kitabın makam-ı takdîsten, (mukaddes makamdan) ya’nî makam-ı Ahadiyyetten, tahâret-i asliyye (aslı gibi temiz olmak) üzere nâzil olduğunu (indiğini) ve makam-ı Ahadiyyette kesret (çokluk) olmadığı için, oradan nâzil olan (inen) maânîye (manâlara) mahall-i telbîs (hile, aldatma yeri) olan ağrâz-ı nefsâniyye (nefsin arzuları) ârız (gelip geçici) olamayacağını Ehlullah’tan (Evliyâdan) meşreb-i kemâlî-i ahadî-i cem’î ashâbı bilirler. Zîrâ onlar .......................................... (Kaf, 50/37) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan (açıklanan) tâifedendirler. Onların indinde bu ma’nâ zevkan mütehakkaktır (onlar bu manâyı gerçek olarak hissederler yaşarlar).

Ve umarım ki, Hak Teâlâ benim duâmı istimâ’ ettikde nidâmı kabûl eyleye! İmdi ben, ancak bana ilka olunan şeyi ilka ederim. Ve ben bu mastûr içinde, ancak benim üzerime onunla nâzil olan şeyi inzâl ederim. Halbuki ben Nebî değilim, Resûl de değilim; velâkin vârisim. Ve âhiretim için hârisim (6).

Ya’nî umarım ki, Hak Teâlâ benim bâlâda (yukarıda) zikrettiğim duâmı istimâ’ buyurduğu (işittiği) vakit nidâmı (haykırışımı),  yanî bu âlem-i his (duyularda) ve şehâdette (görünürde) harf ve savt (ses) ile vâkı’ olan bu duâmı, .................... (Mü’min, 40/60) âyet-i kerîmesindeki va’d-i ilâhîsi mûcibince (Allah’ın vaâdi sözü gereği) kabûl ede. Ve ben ancak hakîkat-i Muhammediyye mertebesinden bana ilka (ilham) olunan hikem ve esrârı (hikmetler ve esrarları) ve ulûm ve maârifi (ilim ve bilgileri) yazmak sûretiyle bu kitabın kari’lerine (okuyucularına) ilka ederim (bildiririm).  Ve bu kitabta bir hikmete mahsûs (ait) olan her bir fasta (konuda) , sûret-i Muhammediyye-i kemâliyye-i hatmiyyede zâhir olan (meydana çıkan), Allah tarafından benim üzerime nâzil olan (inen) ilmi inzâl ederim (açıklarım) . Fakat bana cenâb-ı ilâhîden vârid olan (gelen) feyz ve ilhâmı beyân ettiğimden (açıkladığımdan) dolayı efhâm-ı zaîfe ashâbı (zayıf idrâk sahipleri) Nübüvvet-i teşrîiyye da’vâ ettiğimi (Nübüvvet, Peygamberlik davasında bulunduğumu) zannetmesinler. Ben ne Nebîyim ve ne de Resûlüm. Velâkin ...........  ...................................... hadîs-i şerîfleri mûcibince (gereğince) ben vârisim. (mirasçıyım) / Ve verâsetim (mirasçı oluşum) sebebiyle Hakîkat-i Muhammediyye’den aldığım ulûm (ilimler) ve hikemi (hikmetleri) neşrederim (yayınlarım).  Ve âhiretim için hârisim (iyi amel işlerim). Ya’nî arz-ı cismimde meknûz (madde bedenimde saklı, gömülü) olan ulûmu (ilimleri), merci’im (dönülecek yer) ve âkıbetim (sonum) olan Hakîkat-i Muhammediyye ve Zât-ı Ahadiyye için ihrâç eylerim (açıklarım).

Şiir:

İmdi Allah’tan dinleyiniz ve Allah’a rücû ediniz! (7)

Ya’nî bu kitapta mastûr (yazılmış) olan maârif (bilgiler) ve hakayık hakikatler), mâdemki Hakîkat-i Muhammediyye mertebesinden kalbime nâzil olur (iner) ve ben onları beyân husûsunda (açıklamak ile) aslâ mütehakkim (hükmedici) olmayıp mütercimim, (tercümanım) ve onları olduğu gibi naklederim ve Hakîkat-i Muhammediyye mertebesi ise, Zât-ı Ahadiyye’nin (Ahad olan Zât’ın) bu mertebe ile taayyününden (meydana gelmesinden) ibârettir; şu halde siz bu ilim ve hikmetleri Allah’tan dinleyiniz. Ve bu hikem (hikmetleri) ve maârifi (bilgileri) dinlediğiniz vakit, kelâmımın hakîkatine (kelimelerle anlatılmak istenen manâ) adem-i ilminizden (yok olan ilminizden) dolayı tâkat getiremeyecek (anlayamayacak) olursanız, i’tirâz etmeyip Allah’a rücû ediniz (sığınınız) ki, o kelâmın maânîsi (kelimenin manâsı) ism-i câmi’ hazretinden (bütün isimleri kendinde toplamış olan zattan) sizin kalbinize tulû’ etsin (doğsun).

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

21.08.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail