7.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(VII. Bölüm)

Hattâ muhakkak Rusül o ilmi ne zaman görseler, ancak hâtem-i Velâyet mişkâtından görürler. Zîrâ Risâlet ve Nübüvvet, ya'nî Nü­büvvet-i teşrî' ve Risâlet-i teşrî' munkatı'dırlar. Velâyet ise ebe­den munkatı' olmaz. Mürseller Evliyâ olduklarından dolayı zik­rettiğimiz ilmi ancak hâtem-i Evliyâ mişkâtından görürler. Böyle olunca onların mâdûnu olan Evliyâ nasıl olur da ondan almazlar? Her ne kadar hâtem-i Evliyâ, hükümde hâtem-i Rusülün teşrî'den getirdiği şeye tâbi' ise de, bu,  onun makâmına kadh vermez ve bizim zâhib olduğumuz şeye de münâkız olmaz (18).

Ma'lûm olsun ki; velâyet "vâv"ın fethiyle, "hâkim ve mutasarrıf olmak" (idare etmek) ma'nâsınadır. Bunun da envâ'ı (çeşitleri) vardır:

1. Velâyet-i mutlaka-i İlâhiyye’dir (mutlak olan İlâhi Velâyettir). Bu Velâyet cemî'-i Enbiyâ (bütün Peygamberler) ve Evliyâdâki (Velilerdeki) Velâyâtı câmi' (Velâyetleri kendinde toplamış) ve kâffe-i eşyânın (mevcûdların hepsinin) vücûh-ı hâssalarını (husûsiyetlerini) ve   bi'l-cümle (bütün) mevcûdâtın a'yân-ı sâbitelerini (ilmi suretlerini, manâlarını) ve hakâyıkı müştemil olan (hakikâtlerini içinde bulunduran)  Velâyettir. Ve bu i'tibâr ile (kabul edişle) "Velî" esmâ-i' İlâhiyye’dendir (İlâhi isimlerdendir) . Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur: ........................ (Şûrâ,42/28).

2. Velâyet-i hâssa-i Muhammediyyedir. (Hz. Muhammed’e ait, özel Velayettir) Bu velâyet dahi cemî'-i  esmâ  ve sıfât-ı İlâhiyye’yi (bütün İlahî isimleri ve sıfatları) câmi' (kendinde toplamış) olan ve kâffe-i hakâyık-ı vücûbiyye (bütün hakikâtlerin gerekleri) ve imkâniyyenin (mevcutların ve olacak olanların) me'haz-i feyzi bulunan (feyzin alındığı kaynak olan) mertebe-i İlâhiyye’dir (İlâhi mertebedir) . Buna "mişkât-i hâtem-i Velâyet" (son Velayet nuru) derler. Evvelki velâyet ile bu velâyet arasındaki fark taayyünden (belirmek, meydana gelmekten) ibârettir. Ve bu velâyet hâtem-i Enbiyânın (son Peygamberin) bâtınıdır (özüdür, ruhudur) ve bu makâm, makâm-ı Muhammed'dir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ..................................... (İsrâ, 17/79) Ve cemî'-i Evliyâ (bütün Evliyâ) ve Enbiyâ (Peygamberler) ilimlerini buradan alırlar. Binâenaleyh (nitekim) cemî'-i Enbiyânın (bütün Peygamberlerin) getîrdikleri şerâyi' (şeriatler), hakîkatte şer'-i Muhammedî (Muhammed’in şeriatleri) idi. Bunun için (S.a.v) Efendimiz: ............. buyurdular. İmdi (şimdi) Evliyâ vâris-i Enbiyâ (Evliyâlar Peygamberlerin mirasçıları) olduklarından, onlardan her kim ki o husûsiyyetin vârisi (o özelliklerin mirasçısı) ise, ona "Muhammedî" derler. Ve her kim velâyet-i Îseviyye'nin vârisi (İsa a.s.’ın  mirasçısı) ise, ona Îsevî derler ve İbrâhîmî ve İshâkî ve Ya'kübî ve Mûsevî ve sâir Enbiyâ (diğer Peygamberler) (aleyhimü's-selâm) buna kıyâs olunsun (karşılaştırsın). Ehl-i hakîkâtin (hakikâte ermişlerin) ıstılâhında (tanımlamalarında) "falan Velî falan Peygamber’in / kademi (adımı, yolu) veyâ kalbi üzerindedir" denildikde bu ma'nâ anlaşılmalıdır; ya'nî o Peygamber’de olan ulûm (ilim) ve tecelliyât (oluşumlar, ilhamlar) ve hâlât (haller) bu Velîye o Peygamberin vâsıtasıyla "mişkât-i hâtem-i Velâyet"ten (son Velayet nurundan) hâsıl (husule gelir) ve vâsıl olur (erişir) demektir. Binâenaleyh (nitekim) o Velî Muhammedî-i İbrâhîmî veyâ Muhammedî-i Mûsevî veyâ Muhammedî-i Îsevî olur.

Velâyet-i Muhammediyye de iki nevi'dir (çeşittir):  Evvelkisi (ilki) budur ki, tasarruf-ı ma'nevî ve sûrî beynini câmi'dir (ruh ve sûret arasında tasarrufu kendinde toplamıştır). Âlemde ma'nâ hasebiyle tasarrufu (kullanma ve idaresi etmesi),  kutup hakkındaki tasarrufu  gibidir; ve sûret hasebiyle tasarrufu (idare ve kullanması), selâtîn (sultanlar) hakkındaki tasarrufu (idâreciliği) gibidir. Bu da  iki nevi'dir (çeşittir) : Birincisi hilâfete (halifeliğe) makrûn (yakın) olur. İkincisi hilâfete (halifeliğe) makrûn (yakın) olmaz. Velâyet-i Muhammediyye’nin ikinci nev'i (çeşidi ise) ,  tasarruf-i sûrî ve ma'nevî beynini cami' olmaz. (hem suret üstünde tasarruf ve hem de rûh üstünde tasarrufu kendinde toplamaz)

Sâir Enbiyânın (diğer Nebilerin, Peygamberlerin) Velâyetinden ibâret olan Velâyet-i Muhammediyye, Fütûhât-ı Mekkiyye'de beyân buyurulduğu (açıklandığı) üzere dört nevi' (çeşit) üzerinedir. Bu dört nevi'den (çeşitten) her bir nev'in (çeşidin) bir hâtemi (sonuncusu) vardır.

Sûrî ve ma'nevî (sûret ve rûh ile alakalı) tasarrufu (idare etme ve kullanma) beynini (arasını) câmi' olup (toplayıp) makrûn-ı hilâfet (halifeliğe yakın) olan Velâyet-i Muhammediyye’den birinci nevi' hâtem (son),  Ali İbn Ebî Tâlib (Ali oğlu Ebi Talib) (Kerremallâhü vecheh ve radıyallâhu  anh) Efendimiz hazretleridir. Zîrâ Hulefâ-i râşidînin (ilk dört halifenin) âhiridir. (sonuncusudur) Kâle (buyurdu) (A.s.): ...................... Bu hâteme (sona) "hâtem-i kebîr" (son kebir) denir.

Tasarruf-ı sûrî ve ma'nevî (sûret ve ruh üstünde tasarruf etmek) beynini (arasını) câmi' (toplamış) olup hilâfete (halifeliğe) makrûn (yakın) olan velâyet-i Muhammediyye’den ikinci nevi' (çeşit) hâtem (son) Mehdî (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi's-selâm) hazretleridir ki; âhir (gelecek) zamanda zâhir olur (meydana çıkar) ve ismi Muhammed'dir ve hilkat (yaratılış) ve sûrette Resûlullah (s.a.v.) Efendimize müşâbihtir (benzemektedir); ammâ hulkta (huy, tabiat olarak) onun mâdûnundadır (altındadır). Ondan sonra hiçbir Velî , sultân olmaz. Bu velâyet, onunla hatmolur (son olur, mühürlenir) ve ona "hâtem-i sagîr" derler. Nitekim Şeyh-i Ekber. (r.a.) onu Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde beyân buyurmuştur (açıklamışlardır).

Velâyet-i Muhammediyye’ den üçüncü nevi' hâtem, (son) bu kitâbın sâhibi Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî (r.a.) efendimizdir. Ona "hâtem-i asgar" derler. Zîrâ o tasarruf-ı sûrî ve ma'nevî beynini câmi' (sûret ve rûh arasında tasarrufu toplamış) ve fakat yalnız tasarruf-ı ma'nevîye (maneviyatla ilgili tasarrufa) mâlik (sahibi) olup, makrûn-ı hilâfet (halifeliğe yakın) olmayan nev'-i Velâyetin (Velayet türünün) hâtemidir (sonuncusudur).

Velâyet-i Muhammediyye’den dördüncü nevi' (çeşit) hâtem (son olan), Îsâ İbn Meryem (Meryem’in oğlu İsa) (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi's-selâm)dır ki, ondan sonra hiçbir Velî mevcûd olmaz. Ya'nî Velâyet-i âmme (umuma ait Velâyet) onunla hatmolur (mühürlenir) . Ona da "hâtem-i ekber" derler. Ondan sonra bu devr tamâm olup kıyâmet kopar. Ya'nî mevhûm olan (vehmedilen, zannedilen) sûretler mürtefi' olur (kalkar). Ve .......................... âşikâr olur. (Şerh-i Bosnevî ile Envâru'r-Rahmân'dan hulâsaten (kısaca) iktibâs olundu (alındı)).

Bu îzâhât anlaşıldıktan sonra metnin şerhi (geniş açıklaması) böyle olur: Peygamberler zikrolunan (adı geçen) ilmi her ne vakit görseler, ancak hâtem-i Evliyâ mişkâtından (Hz. Muhammed’in hakikât nurundan) görürler. Ve mişkât-ı hâtem-i Evliyâ (son Velayet nuru) Velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’dir (Muhammed’e ait özel, husisi Velâyettir, hakikât-i Muhammediyye’dir) ve makâm-ı Mahmûddur ve o ilmi oradan cihet-i Velâyetleriyle (Velâyetlerinden dolayı) alırlar, cihet-i Nübüvvetleriyle (Peygamberlik görevlerinden dolayı) almazlar. Ve hattâ her bir Peygamber, Nübüvvetini (Peygamberlik görevini) ve şerîatının ahkâmını (şeriatinin hükümlerini) bile Velâyetiyle alır. Zîrâ Peygamberin iki ciheti (yönü) vardır: Birisi halka nisbeten (göre) onun kemâlidir ki, bu da havâdis-i ekvâna (dünya hadiseleriyle) müteallık (ilgili) olan ahkâmın teblîğidir (hükümlerin bildirilmesidir) ve o, bu teblîğ i'tibâriyle (bildirme, iletme bakımından) Resûl ve şâri'dir (Resul ve şeriat hükümlerini koyandır) ve onun Nübüvveti (Peygamberlik görevi) dahi teşrîiyyedir (şeriat ile ilgili hükümler getirmektir). Diğeri onun Hakk'a nisbetle (kıyasla) olan kemâlidir ki, / bu da gaybdan (bilinmeyenden) ihbâr (haber vermekle) ve Hakk'ın zâtını ve sıfâtını ve esmâsını ta'rîfdir. Ve bu ihbâr i'tibâriyle (bildirmesi, anlatması bakımından) Velîdir ve Nübüvveti (Nübüvveti, Peygamberlik görevi) dahi tahkîkıyyedir (tahkik ile, araştırma ile ilgilidir) . Ve Risâlet-i          teşrî' (şeriat hükümlerini koyan), Nübüvvet-i teşrî' (şeriat getiren Nübüvvet)  halka taalluk ettiği (yaratılmışlarla alakalı olduğu) ve halkta (yaratılmışlarda) fenâ bulduğu (yok olduğu) için mûnkatı'dır (sona ermiştir, arkası gelmez). Fakat onun makâm-ı Velâyeti Hakk'a taalluk ettiği (Hakk’a ait olduğu) ve Hak'ta bâkî (devamlı) bulunduğu için ebeden (asla) munkatı' değildir (kesilmemiş, son bulmamıştır).  Ve her bir Peygamber Velî olduğundan, bu ilmi ebedî (sonsuza dek) dûçâr-ı inkıtâ' olmayan (bitmez, tükenmez) velâyetleriyle, cemî'-i      Velâyeti (bütün Velâyetlerin hepsini) muhît (kuşatan) ve câmi' olan (toplayan) mişkât-i hâtem-i Velâyet’ten (son Velayet nurundan, Hz. Muhammed’in batınınından) alırlar. Binâenaleyh (nitekim), onların mâdûnunda (alt derecesinde) olan ve bir Peygamberin şerîatına tâbi' bulunan Evliyânın evlâ (en iyi, en münasip) bi't-tarîktir (yoluyladır). Ve hâtem-i Evliyânın, hâtem-i Rusül (son Resul, Hz. Muhammed) tarafından getirilen şerîata (hükümlere) tâbi' olması (uyması), makâmın ulviyyetine (yüceliğini) kadh (etkilemez) ve noksan vermez. Ve biz Hakk'a taalluk eden (Hakk’la ilgili, Hakk’a ait olan) ulûmu (ilimleri) o mişkâtdan (kandil yerinden, nurdan) almaları bâtınları (özleri, ruhları) hasebiyle Evliyâ olan Enbiyâ ve Rusul’ün ilimlerini onun mişkâtından (kandil yerinden,  Muhammedi nurdan) aldıklarına zâhib (düşüncesinde) olmuş idik. Bu hâl bizim şu zehâbımıza da (düşüncemize de) münâkız (ters) olmaz. Zîrâ hâtem-i Evliyâ, (son Evliya) hâtem-i Enbiyâ’nın (son Peygamberin) bâtınıyla (özüyle, ruhuyla) müteayyin olan (meydana çıkan) zât-ı saâdet-simâttır (saadet ehlindendirler) ki, zâhirde (görünüşte) hâtem-i Enbiyâ’nın (son Peygamberin) getirdiği şerîata (hükümlere) tâbi'dir (uymaktadır). Ve kendisi bir kânûn ve şerîat sâhibi değildir. Bu zât-ı şerîfin cismi (madde bedeni) ve sûreti her ne kadar Muhammed (s.a.v.) Efendimizin gayrı (başka) ise de, bâtını (özleri, ruhları) aynıyle Muhammed Mustafâ (s.a.v.) dır. Ve âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) cismen (bedenen) müteayyin olan (açığa çıkan, görülen) hâtemü'l-Enbiyâ (son Nebi, Peygamberlerin sonuncusu) Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Efendimiz dahi, getirdiği kavânîn (kanunların) ve ahkâm-ı şer'iyyeyi (şeriat hükümlerini) kendi bâtınları (özü, hakikati) olan hâtem-i Velâyetten (kendi hakikâtleri olan son Velâyet makamından) ahz buyururlar (alırlar) idi. Ta'bîr-i dîğerle (başka bir deyişle) söyleyelim: Ezmine-i muhtelifede (çeşitli zamanlarda gelen) hâtem-i Evliyânın (son Evliyanın) cismi (bedeni) ve sûreti değişir. Fakat ma'nâ yine o ma'nâdır; onda aslâ tebeddül (değişiklikler) yoktur. Binâenaleyh (nitekim) hâtem-i Evliyâ (son Evliya) hangi bir zamanda, her hangi bir sûret üzerine olursa olsun, hâtem-i Enbiyânın (son Enbiyanın, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in) şerîatına tâbi' olmakla (uymakla) berâber, bi'l-cümle (bütün) Evliyânın (Velilerin) ulûmda  me'haz-i feyzidir (ilimlerini aldıkları, feyzlendikleri kaynaktır). Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddin (r.a.) efendimiz, nefs-i nefîslerinden (kendi nefislerinden) ihbâren (haber vererek) buyururlar:
Beyt:
(Tercüme) "Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş Mustafâ geldi yine cümleniz îmân ediniz."

Binâenaleyh o, bir vecihden enzel olur ve bir vecihden de a’lâ olur. Ve tahkîkan bizim zâhir-i şer'imizde Ömer'in Bedir esîrleri hakkında, onlara hükm etmekle vâki' olan fazlı ve hurma ağacının telkihı hakkında, bizim zâhib olduğumuzu müeyyid olan şey zâhir oldu: Binâenaleyh kâmil için her şeyde ve her mertebede kendisi için tekaddüm hâsıl olmak lâzım gelmez; ve ancak nazar-ı racül, ilm-i billah merâtibindeki tekaddümedir; onların matlab-ı oradadır ve liavâdis-i cihâna gelince, onların havâtırının ona taalluku yoktur: Böyle olunca bizim zikrettiğimiz tahakkuk etti (19).

Ya'nî hâtem-i Evliyâ (son Evliya), ahkâm-ı şer'iyyede (şeriat kanunlarında) hâtem-i Rusüle (son Resul Hz. Muhammed’e) tâbi' olması (uyması) ve ilm-i şerîatı (şeriat ilmini) ondan ahz etmes'i (alması) cihetinden (bakımından) hâtem-i Rusül’den (son Resul’den) daha aşağı olur ve hâtem-i Rusül (son Resul, Hz. Muhammed) ulûmu (ilimleri) onun mişkâtından (kandil yerinden, nurundan) aldığı cihetten, (bakımından) hâtem-i Evliyâ, hâtem-i Rusül’den (son Resul’den) daha yüksek olur. Binâenaleyh (nitekim) hâtem-i Evliyâ hâtem-i Enbiyâ (son peygamber) olan (s.a.v.) Efendimiz'in bâtınları (özleri, hakikâtleri) olan hâtem-i Velâyet (en son velayet), zâhirleri (dış görünüşü) olan hâtem-i Nübüvvet’ten (son Nübüvvet’ten, son Peygamberlik görevinden) bir vecihten (taraftan) enzel, (altta, aşağıda) bir vecihten (taraftan) a'lâ (yüksek, yüce) olur. Bir şeyin bir vecihten (yönden) aşağı, bir vecihten (yönden) yukarı olduğuna delîlin (ispatın) nedir diyecek olur isen, zâhir-i şerîatımızda Hz. Ömer (r.a.)’ın Bedir muhârebesinde alınan esirler hakkındaki hükmüyle, (S.a.v.) Efendimiz'in hurma ağaçlarının terk-i telkîhı (aşılamayı terk edin, durdurun) hakkındaki hükmüne (emrine) nazar et! (bak)

Şöyle ki, Bedir muhârebesinde (savaşında) ehl-i İslâm (Müslüman olanlar) müşriklere (dinsizlere) galebe etmiş (üstün gelmiş) ve onlardan yetmiş esir almış idi. (S.a.v.) Efendimiz, esirler hakkında icrâsı (yapması) lâzım gelen muâmeleye dâir ashâb-ı kirâmıyla istişâre buyurdu (fikir alışverişinde bulundu) .  Hz. Sıddîk (r.a.) "Yâ Resûlallah, bunlar bizim akrabâ ve taallukâtımız­dandır; (yakınlarımızdandır) bir mikdar para alıp onları âzâd edelim" (serbest bırakalım) buyurdu (dedi). Diğer ashâb-ı kirâm dahi bu re'yi (görüşü) kabûl ettiler. Ve Hz. Ömer (r.a.) / "Bunlar küfrün imamlarıdır; (dinsizlerin başta gelenleridir) hepsini katledelim(öldürelim)."  buyurdu. Ve Cenâb-ı Muâz (r.a.) dahi Hz. Ömer'e iştirâk eyledi (katıldı).  Risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz Hz. Sıddîk'ın re'yini (görüşünü) tasvîb buyurdular (doğru buldular) ve öyle yaptılar. Onu mütâkib (onun arkasından) bu âyet-i kerime nâzil oldu: .......................................................................... (Enfâl 8/67-68) Ya'nî: "Yedinde, (elinde) yeryüzünde katl-i kesîr îkâ' eden (birçok insanı öldüren) esirler bulunan  bir Peygambere fidye almak lâyık olmadı. (yakışmadı). Siz metâ'-ı dünyâyı (dünya malı) istersiniz. Halbuki Allah, âhireti murâd eder. Allah Teâlâ hükmünde azîzdir. Eğer  sizin muâhaze olunmamanız (azarlanmamanız, cezalandırılmamanız) için, Allah'dan ezelde (geçmişte) hüküm mesbûk (daha önce) olmasa idi, aldığınız şey hakkında azîm (büyük) azâb olurdu." Bunun üzerine (S.a.v.) Efendimiz ağlayıp buyurdular ki: "Eğer azâb nâzil olaydı (geleydi) , Ömer ve Muâz (r.a.) dan başkaları kurtulmaz idi". Zîrâ Sa'd b, Muâz hazretleri dahi Cenâb-ı Ömer'in re'yinde (görüşünde) bulunmuş idi. Binâenaleyh (nitekim), Hz. Risâlet-penâh bu husûsta her ikisini de orada hâzır olanların üzerine tafdîl buyurdu (üstün tuttu) ve nefs-i nefîs-i (kendi nefsiyle) Risâlet-penâhı (Peygamber) dahi bi't-tabi' (tabii ki)   huzzâr (hazır olanlar) arasında idi.

Ve kezâ ashâb-ı kirâm hurma ağaçlarını aşılamak mı, yoksa terk etmek mi münâsib (uygun) olduğunu Fahr-i âlemden (Hz. Muhammedden) suâl ettiler. Cevâben: ..............................  Ya'nî "Eğer terk olunurlarsa çoğalır zannederim" buyurmaları üzerine ashâb aşıyı terk ettiler. O sene hurma az oldu. Bunun üzerine Risâlet-penâh Efendimiz: ........................... ya'nî: "Siz dünyânızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdu; ve bu husûsta ashâbın fazlını (üstünlüğünü) isbât eyledi. İşte bu iki delîl-i şer'î (şeriat delili), kâmil için her şeyde ve her mertebede tekaddüm (önde, ileride) hâsıl olmak lâzım gelmediğini gösterir. Zîrâ bu zikrolunan (adı geçen) fazâil-i cüz'iyye (bir kısım faziletler) Nübüvvetin (Peygamberlik görevinin) muktezâsından (gereğinden) değildir. Başkalarında bulunup da Nebîde (Peygamberde) bulunmaması, onun Nübüvvetine (Peygamberliğine) noksan vermez. Ricâlin (mevki, mertebe sahibi kimselerin) ve ehl-i kemâlin nazarı (kemale erişmiş kişilerin görüşü) bu gibi fazâil-i cüz'iyyeye (bir kısım faziletlere) değil, ancak ilm-i billah merâtibindeki (Allah’ın ilim mertebelerinde) tekaddümedir (önde olmaktır). Onların matlabı (maksadı, istediği şey) bu mertebelerdedir. Onlar kişiyi ilm-i billah mertebelerindeki fazîletleriyle ölçerler. Havâdis-i ekvâna (dünya hadiselerine) ve vukûât-ı cihâna (dünya olaylarına) hâtırlarını tâ'lîk edip (kafalarını takıp) bunlara müteallik (ilşkili) olan fazâil-i cüz'iyyeye (birtakım faziletlere) aslâ ehemmiyet vermezler. Zîrâ bunların cümlesi cemâl-i Vahdetin (tek cemalinin) hicâbıdır. (örtüsüdür) İşte bu îzâhât (açıklama) ile; "hâtem-i Evliyâ (son Evliya) bir vecihten (yönden) enzel (aşağı) ve bir vecihten (yönden) a'lâdır" (yüksektir, yücedir) kavlimiz (sözümüz) tahakkuk etti (gerçekleşti).

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

22.01.2002

 


Üst Ana sayfa e-mail