17.Bölüm


HÂTİME

Mebâhis-i sâbıkadan (önceki mevzulardan da) anlaşıldığı üzere, efrâd-ı insânîyyeden (insan ırkından) her bir ferd (şahıs), âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) menkuş (işlenmiş, nakış yapılmış) olan suverden (sûretlerden) bir sûrettir. Ve bu sûret ancak ma’nâsından dolayı nakşolunur (işlenir)

Ma’nâsız sûret (manâsı olmayan sûretin) nakşı abes (boş) ve münâfî-i hikmettir (meydana geliş sebebine aykırıdır) . İnsan bu âlemin cevherinden masnû (yapılmış) / ve küllün cüz’ü mesâbesinde (bütünün parçası derecesinde) olup kendi nefsînde bî-ma’nâ nukuş (manâsı olmayan nakış) ile izâa-i evkatı abes (lüzûmsuz kaybedilmiş vakit) gördüğü halde, kendi küllü (bütünü) olan vücûd-ı hakîkîde, (Hakk’ın vücûdunda) böyle bir meziyyetin adem-i vücûdunu (yok olan vücûdunu) iddiâ eyler ise, bir cehl-i sarîh (açıkça cahillik) ve dalâl-i kabîh (kötü yola sapmış) olur. Şu tarz muhâkeme ile aklen sâbit olur ki, efrâd-ı insâniyye, (insan ırkı) kitâb-ı âlem-i şehâdette (bir kitap olan bu içinde bulunduğumuz alemin) , ma’nâlarından dolayı nakşolunmuş (işlenmiş) birer sûrettirler. Hak Teâlâ Hazretleri bu hakîkati: “Ennemâ haleknaküm abese ve enneküm ileynâ lâ turceûn”  (mü’minûn, 23/115) ve  “lev eradna en nettehıze lehven lettehaznahü min ledün”  (Enbiyâ, 21/17) ve emsâli âyât-ı (benzer ayetlerle) Kur’âniyyede beyân buyurmuştur (açıklamıştır) .  İnsan, vücûdun tecellî-i ahîri (vücûdu hakikinin en son meydana geleni insan) olduğu için, cemî’-i merâtibi câmi’dir (bütün mertebeleri Kendinde toplamıştır) . Onun taayyünü (oluşumu) ulûhiyyetin câmi’ (toplamış) olduğu sıfât ve esmânın fiilen zuhûr-ı ahkâmına (fiil olarak açığa çıkarma kaidelerine) müsâiddir. Ya’nî ulûhiyyet bir ma’nâ olup, sûret-i insan , (insan sûreti) kitâb-ı âlemde (kitap olan bu âlemde) ancak o ma’nâyı ızhâr (görünür yapmak) için menkuştur (işlenmiştir) . Ma’nâ sûretin aynı olmadığı gibi, gayrı (ayrı) da değildir. Binâenaleyh (nitekim) sûret ma’nâdan ve ma’nâ da sûretten münfekk (kopuk) olmaz. Ma’nâ-yı küllî-i ulûhiyyet (uluhiyetin bütün manâları) için menkuş (işlenmiş) olan sûret-i insânîyye (insanlar) , lâ-yuad ve lâ-yuhsâdır (sayısız hesapsızdır) . Fakat bunların taaddüdü (çokluğu) , vahdânî (tek) olan o ma’nâ-yı küllîyi ta’dîd (sayısını artırmaz) ve teksîr etmez (çoğaltmaz) .  Nitekim, insânîyyet bir mefhûm-ı küllî (kavram bütün) olduğu halde, bu mefhûma delâlet (kavrama işaret) etmek üzere, kâğıt üzerine, şöyle bir insan kelimesini tahrîr ederiz (yazarız) . Bu nakış bir sûretten (şekilden) ibârettir. Bunu gördüğümüz zaman, bilmesi, görmesi, işitmesi, istemesi, gülmesi, ağlaması, yürümesi, oturması, uyuması ve ilh... ne kadar şuûnâtı (fiilleri) varsa hepsi dâhil olmak üzere, insânîyyet mefhûmuna delâlet (insanlık kavramına işaret) ettiğini anlarız. Bu kelimenin on, yüz, bin ve yüz bin mislini tahrîr etsek (yazsak) , cümlesi bu mefhûma (kavrama) delâlet (işaret) eder. O mefhûm-i küllî (kavram bütünü) bi’t-tecezzî (bölünerek) bu kelimelere inkısâm etmedi (bölünmedi) ;  belki her birine külliyet ile taalluk etti (bütünlüğü ile ait idi) .  Ve bunları sildiğimizde, insan mefhûm-i küllîsi (insan manâsının bütünü) yine kendi âleminde durur. Bunlar ile berâber silinmez. Zîrâ o mefhûm (manâ, kavram) bu sûretlerin gayrıdır (başkadır) . Fakat bu sûret olmaksızın o ma’nâyı tefhîm (anlamak, idrâk) etmek de mümkin değildir. Bu nakış  görülünce, o ma’nâya intikal olunur (o manâ düşünülür) . Binâenaleyh (nitekim) / bu nakış o ma’nânın gayrı (başka) da değildir. Ve o ma’nânın o sûrete taalluku (ilişkililiği, ait oluşu) bî-keyfiyettir, ta’rîfe sığmaz. İnsanın teşekkülât-ı vücûdiyyesi (vücûdunun meydana gelmesi) , vücûd-ı hakîkînin (Hakk’ın vücûdunun) sûret-i insânîyyede taayyünü (insan sûretinde oluşması) ve o taayyünde (oluşumda) a’râzdan (iki zamanda baki olmayan, varlığı Hakk’ın varlığına bağlı olmaktan ) ibâret olan zerrât-ı unsuriyyenin (unsur zerrelerinin) yekdîğeriyle (bir diğeri ile) bi’t- terekküb aldığı vaziyetler (karışarak terkip oluşturması) , akıl dediğimiz bir nûr-i fıtrî husûle (bir nur yapı olan aklı meydana) getirmiştir. İnsan bununla umûr-ı dünyeviyyede (dünya işlerinde) salâhı fesâddan (bozuklukların düzeltilmesi) ve hayrı şerden (iyileri kötülerden) temyîz eder (ayırır) . Bunda bilâ-tefrîk-ı cins ve mezheb (cins ve mezhep ayırımı  yapmaksızın) efrâd-ı insâniyye (insanlar arasında) müşterektir (eşittir) . Buna “akl-ı maâş” derler ki, aklın mertebe-i sabâveti mesâbesindedir (çocuk aklı derecesindedir) . Ve efrâd-ı insânîyyenin ukulü tefâvüt-i (insan aklının farklılıkları) bünyelerinden nâşî (dolayı) mütefâvittir. (birbirlerinden farklıdır) Ve tefâvüt-i bünye ve taayyün (bünyelerin farklı meydana gelmesi) de onların hakîkat-ı şahsiyyeleri (kendi hakikâtleri) ve hakîkat-ı şahsiyyelerinin (ve kendi hakikâtlerinin) kabiliyyeti iktizâsındandır (kabiliyetlerinin elverdiği kadardır) . Ve ilmin mahall-i taalluku (ilmin meydana çıktığı yer) akıl olduğundan, onların derecât-ı ilimleri dahi akıllarına tebaan mütefâvittir (ilimlerinin derecelerinin farklılıkları da akılları ile ilgilidir) . Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri bu tefâvüte (farklılığa) işâretten buyurur:   “Ve fevka küllüzî ilmin âlim”  (Yûsuf, 12/76)

İmdi, mâdemki “akl-ı maâş” (dünya işlerini ve tabiat âlemini idrak edebilen akıl) mertebe-i sabâvettedir; (çocuk aklı mertebesindedir) bir sâbî (çocuk) nasıl terbiye ve ta’lîme muhtâc ise, “akl-ı maâş” dahi öylece terbiye ve ta’lîme muhtâcdır. Hazret-i şehâdette muallim-i ukul (öğreten akıl) iki nev’idir:

Birisi Enbiyâ (a.s.)’dır ki, bu ukulü (aklı) ism-i Hâdî’nin (doğru yolu gösteren ismin) ahkâmı (şartları, hükümleri) dâiresinde terbiye edip, “akl-ı maâd” (manevi ve uhrevi meseleleri anlayabilen akıl) mertebesine terakkî ettirirler (ilerletirler) . Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, ................. buyururlar. Akıl bu mertebede keskin bir nazar (bakış) peydâ edip, umûr-ı uhreviyyede (ahiret ile ilgili işlerde) salâhı fesâddan (bozukları düzeltme) ve hayrı şerden tefrîk eder (iyiyi kötülerden ayırır) . İnsan bu akl-ı maâd dâiresinde şerîat-ı Nebî’ye (Peygamber’in getirdiği şeriate) kemâl-i ittibâ’ (tam uyar) ve amel-i sâlihe muvâzabat ile (iyi işler ile uğraşarak) te’dîb-i nefis (nefisleri terbiye) eyledikde, artık kâmil olup “akl-ı kül” dâiresine dâhil (girer) ve gâye-i hilkatine (yaratılış gayelerine) vâsıl olur. Bu akla taalluk eden ilim (bu akıl ile alakalı olan ilim) ilm-i Hak’tır. (Allah ilmidir) Zîrâ ilmi, hakîkat-ı (hakikât ilmini) Muhammediyye’ den ibâret olan akl-ı külden ahz eder. (alır) Hakîkat-ı Muhammediyye mertebesi ise vücûdun mertebe-i vahdet ve ulûhiyyetidir.

İkinci nevi’ muallim (tür öğretmen) dahi Enbiyâ’ya tebaiyyetten istikbâr (Enbiya’ya uymakta kibirlenen) ve onları inkâr eden / tâifedir ki bunlar İblîs’în nâibleridir (vekilleridir) .  Kendilerine tâbi’ olanların (kendi doğrultularında gidenlerin) akl-ı maâşlarında (gelişmemiş, eğitilmemiş akılları) ism-i Mudill’in ahkâmı (yanlış yola sevk eden isminin şartları) dâiresinde tasarruf edip, gerek kendilerinin ve gerek tevâbi’inin (kendine uyanların) terakkî-i ukulüne (akıllarının gelişmesine) mâni’ olurlar. Ve hakîkati bulacağız diyerek evhâm çöllerinde ve âlem-i tabîatın karanlık sâhalarında, serâb arkasında atşân (susamış) ve ser-gerdân (şaşkın) olarak koşarlar. Hak Teâlâ bunların ahvâlinden (durumlarından) haber verip buyurur:  “Vellezine keferû a’mâlühüm keserabin bikîatin yahsebühüz zamânu mâen hatta izâ câehü lem yecidhü şey’e”  (Nûr, 24/39) Ya’nî:  “Enbiyâ’yı ve onların getirdikleri kitâpları inkâr edip kâfir olanların amelleri çöllerdeki serâp gibidir. Susamış olan kimse onu görüp su zanneder. O serâp mevki’ine geldiği vakit, onu hiçbir şey bulmaz.” Bunlar zâhir-i vücûd (vücûdun dış yüzü) olan kitâb-ı tabîat (tabiat kitabı) ile iktifâ eden (yetinen) zümre-i münkirîndir (inkarcılardır) .  Bir vakit, hakîkat zannettikleri şey diğer bir keşif ile kökünden maklû’ (sökülmüş) olur. O maklû’ (sökülmüş) olan hakîkat-ı maznûne (zan ettikleri hakikât) ise serâptan başka bir şey değildir. Bu tâife böyle kitâb-ı tabîatı tedkîk etmek (araştırmak) sûretiyle nihâyet bir gün hakîkate vâsıl olabileceklerini zannederler. Sath-ı deryâdaki (denizlerin yüzeyindeki) köpükler ile iştigâl  edenler (meşgûl olanlar) ka’r-ı deryâya (denizin dibine) vâsıl olabilirler mi? Heyhât! Bu tâifenin Volter’leri, Şekspir’leri, Darwin’leri, Böhner’leri ilh... hakîkatı anlamadan gittiler. Ve bunlara peyrev olan (uyan peşinden giden) zamânımızın münkirleri (inkârcıları) de onlar gibi gideceklerdir. Zîrâ âlem-i tabîatte mütekevvin (meydana gelmiş) olan vücûd-ı insânîde (insanın vücûdunda) hükümrân olan vehim, tarîk-ı hakîkatin (hakikâte giden yolun) en büyük bir reh-zenidir (yol kesicisidir) . Velâkin Enbiyâ’nın (Peygamberlerin) ve onların vârislerinin (mirasçılarının) cânib-i külden (küll tarafından, Allah’tan) getirdikleri ilim, tasarrufât-ı vehmiyyeden tecrîd buyrulan (vehmin idaresine girmekten soyutlanmış olan) ilimdir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:  “Min kablike min Rasûlin velâ Nebiyyin illâ izâ temennâ elkaş şeytânü fî ümniyyetihî feyensehullâhü mâ yülkişşeytânü sümme yuhkimüllâhü âyâtih”  (Hacc, 22/52) Ya’nî “Ey Habîbim! Senden evvel bir Nebî veyâ Resûl göndermedik, İllâ ki kendi nefsinden bir şey temennî ettikde, şeytan onun ümniyyesine (niyetine, isteğine) mülâkî olur. (kavuşur) Allah Teâlâ ise şeytanın ilka (telkin) ettiği şeyi bozar, ba’dehû (daha sonra) âyâtını (ayetlerini) tahkîm (sağlamlaştırır) ve tesbît eder.”

/ İşte görülüyor ki, nefsin temennîsi (dilekleri, arzuları) Enbiyâ’da bile vâki’ (var) olsa, ona şeytân-ı vehim karışıyor ve ba’dehû (daha sonra) vehmin ilkaâtı, (vehmin öğrettiği telkin ettiği şeyler) cânib-i Hak’tan nesh olunur (Hak tarafından Hükümsüz bırakılır) . Artık cemî’-i evkatta (her vakitte) kendi nefislerinin ahkâmı tahtında (şartları altında) zebûn (güçsüz) olan feylesoflara (filozoflar) vehmin derece-i te’sîr (tesir derecesi) ve tasarrufu (kullanması, idare etmesi) kıyâs olunsun (karşılaştırılsın) ! İmdi Enbiyâ (a.s.)’ya bi-hakkın (gerçekten) tâbi’ olup (uyup) onların isrlerine ıktifâdan (izlerinden giderek) kıl ucu kadar inhirâf etmeyenler (sapmayanlar) kendi asıllarına vâsıl olmuşlardır ve emr-i ta’lîmde (ilim verme, öğretme hususunda) onların vâris (mirasçıları) ve halîfeleri bulunmuşlardır. Saltanat-ı ilmiyye (zengin ilim) ile zâhir olan bu kitâbın müellifî Hz. Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî efendimiz, o verese-i kümmelîn (o mirasçılardan olan kâmillerden) ve halîfe-i rûy-i zemînden (yeryüzündeki halifelerden) birisidir. Ve onların ilimleri Hak Teâlâ’nın  “ve allemnâhü min ledünnâ ilme”  (Kehf, 13/65) kavl-i şerîfinde işâret buyurduğu ilm-i ledünnîdir.  (Allah tarafından verilen, özden gelen ilimdir) Bu ilm-i ledünnî ehl-i kurba (ledün ilmi yakın elde eden zatlara) , delâil-i akliyye (aklın yol göstermesi) ve şevâhid-i nakliyye (tanık  olunanların öğrenilenlerin aktarılması) ile değil, ta’lîm-i ilâhî (ilâhi öğrenim, öğretim) ve tefhîm-i Rabbânî (Rabb’in bildirmesi) ile ma’lûm (bilinir) ve mefhûm olur (manâsı idrak edilir) .  Bu da üç kısım üzerine olup, birincisi “vahy”, ikincisi “ilhâm”, üçüncüsü “firâset”tir.  “Vahy” hâssa-i Enbiyâ (Peygamberlere has) olup iki nevi’dir: Biri kelâm-ı ilâhî (ilâhi sözler) , diğeri hadîs-i Nebevîdir; (Peygamberlerin sözleridir) zîrâ akvâl-i Enbiyâ (Peygamberlerin sözleri) (a.s.)  “vemâ yentıku anil hevâ in hüve illâ vahyün yühâ”  (Necm, 53/3) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) vahiydir. Kelâm-ı ilâhî (ilâhi sözler) vâsıta-i Cibrîl (Cibril aracılığı) ile Resûl (s.a.v.)’in kalb-i şerîfine münzeldir (indirilmiştir) .  Hadîs-i Nebevî’nin (Peygamberlerin getirdikleri haberlerden) ba’zısı mahall-i şuhûdda (görme mahallinde) vâsıta-i Cibrîl (Cibril aracılığı) ile gelmiştir.  “Fe evhâ ilâ abdiği mâ evhâ”  (Necm, 53/10) âyet-i kerîmesinde ona işâret olunur. Ve ba’zısı da nüzûl-i Cibrîl (cibrilin inmesi) vâsıtasıyla ve ba’zısı dahi kalb-i şerîfine “nefs” (.... ) ya’nî nefh-i Cibrîl (Cibril’in üflemesi) ile gelmiştir. Nüzûl-i Cibrîlden (Cibril’in inmesinden) murâd, onun sûret-i melekiyyeden (meleki sûretten) hey’et-i beşeriyyeye tenezzül ve temessülüdür (insan sûretlerinden  bir şekle bürünerek inmesidir) .  Ve  “nefs”den murâd Cibrîl’in bir sûrete mütemessil (bir sûret ve şekle girme) olmaksızın vayh-i ilâhînin ma’nâsını kalb-i şerîf-i Nebevîye (Nebi’nin kalbine) ilka  (vayh)  etmesidir.

“İlhâm”  Evliyâya mahsûstur. O da sahîh (doğru) ve sâbit olan bir ilimdir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ onu âlem-i gaybden (gizli, bilinmeyen âlemden) havâss-ı Evliyânın kalblerine kazf buyurur (atar, koyar) . Mutasavvife (sofular) buna “hâtır-ı Hakkanî” derler. Bu ilim ism-i Hâdî hazretinden (Hakk yoluna, doğru yola sevkeden isimden) ilka (ilham) olunduğundan, bunda evhâm-ı mudillenin (mudill isimlerinden doğan  evhamın) te’sîri yoktur.

 “Firâset”  bir ilimdir ki, âsâr-ı sûretin teferrüsü (sûretin eserlerinden olan düşünmek ve tefekkür neticesi doğru anlama ve sezme) sebebiyle guyûbdan / mekşûf (gayblerden keşf edilmiş) olur. Bu ilim Evliyâ ile havâss-ı mü’minîn arasında müşterektir (eşittir) . Nitekim hadîs-i şerîfte .................................  buyurulur. İlhâm ile firâset arasındaki fark budur ki, firâsette umûr-ı gaybiyyenin keşfi (gayblerdeki hususların keşfi) ,  âsâr-ı sûretin (sûretin eserlerinden olan) teferrüsü (iyi düşünme ve tefekkür ederek doğru anlama) ile olur; ilhâmda ise âsâr-ı sûretin (sûretin    eserleri) teferrüsü   (iyi düşünerek tefekkür sonucu doğruyu bulma) sebeb değildir. Vahy ile ilhâm arasındaki fark dahi budur ki, ilhâm vahye tâbi’dir (uyar) ; vahy ilhâma tâ’bi’ değildir. Ya’nî Evliyâ’ya ilhâm, mütâbeat-ı Resûl (Resûl’e tâbi olma, uyma) vâsıtasıyla hâsıl olur.

İmdi ukulü (aklı) , ism-i Hâdî (doğru yola sevkeden isim) dâiresinde ta’lîm ve terbiye eden muallimîne (öğretmenine) vâki’ (gerçek) olan ilkaât-ı ilmiyye (telkin edilen, öğretilen ilim) bu sûretle olduğu gibi, ukulü çâh-ı dalâlete ilka (aklı uçuruma sevkeden telkin) eden muallimîne (öğretmenine) dahi, ism-i Mudill hazretinden (yanlış yola sevkeden isimden) vahy olunur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:  “Ve inneşşeyâtıne leyühune ilâ Evliyâihim”  (En’âm, 6/121) Ve kezâ diğer âyet-i kerîmede de buyurur:   “Ve kezâlike cealnâ likülli Nebiyyin adüvven şeyâtınel insi vel cinni yuhî ba’dûhüm ilâ ba’dın zührufel kavli gurur”  (En’âm, 6/112) Ve Evliyâ-i şeyâtînde (şeytan Evliyalarda) ilhâma mukabil (karşılık) “evhâm”  (vehim, ihtimale dayanan zayıf bilgi) ve firâsete mukabil “hamâkat” (manevi idrâksızlık, ahmaklık) hükümrân olur. Nitekim Hz. Mevlâna (R.a.) buyurur:

(MESNEVÎ)

Tercüme: “Böyle bir kimse zekiyy-i mutlak (tam bir zeki) olsa bile, kendisinde bu temyîz (ayırma) ve firâset (anlayışlık, çabuk seziş) olmadığı için ahmaktır”; ya’nî kendi akıllarına tâbi’ olan (uyan) münkirîn (inkârcılar) , her ne kadar ulûm-i tabîiyyede (tabiat bilgilerinde) zekiyy-i mutlak (tam bir zeki) olsalar bile, mâdemki onlarda, hakîkat-ı mebde’ ve maâdı (hakikâtin çıkış noktasını ve tekrar dönülecek yeri yani ahireti) temyîz edecek (ayıracak) kuvvet yoktur, ahmaktırlar.

Hadd-i zâtında bu tâifenin ilmi de bir nevi’ (çeşit) ilimdir. Fakat aklı ıdlâl eylediği (şaşırtıp saptırdığı) için kıymeti yoktur. Nitekim Hak Teâlâ onlar hakkında: “Ve edallehüllâhü alâ ilmin”  (Câsiye, 45/23) buyurur.   Ve “kalû mâ hiye illâ hayâtünad dünyâ nemütü ve nahyâ vemâ yühlikûnâ illeddehr ve mâ lehüm bizâlike min ilmin in hüm illâ yezunnün”  (Câsiye, 45/24). Ya’n’i  “münkir-i Enbiyâ (yalancı Peygamber) olanlar derler ki, hayât ancak hayât-ı dünyeviyyemizdedir (hayat, yalnız dünyamızdaki hayattır) . Madde, cemâd ve meyyit (cansız taş toprak ölü) hâlinde iken terkîb-i hâs dâiresinde (kendine has özel bileşimleri sayesinde) eser-i hayât ızhâr eder; (hayat eseri görülür) ve bizi ancak dehr (zaman) helâk eder. Halbuki / onların bu hükümlerinde (kararlarında) ilm-i hakîkî cinsinden bir şey sâbit değildir. Belki ilm-i zannî ve vehmî vardır (ilimleri zanna ve vehme dayalıdır).  âyet-i kerîmesinde de onların kıymet-i  ilmiyyelerinin derecesini (ilimlerinin kıymet derecelerini) bize duyurur.

İmdi nâfi’ (faydalı) ve gayr-ı nâfi’ (faydasız) olarak ilmin envâı (çeşitleri) çoktur. Bu mukaddime (başlangıç), onların tafsîline (etraflı bir şekilde açıklanmalarına) müsâid değildir. Bunlardan ilm-i tasavvuf, ilm-i ledünnîden (Allah ilmi, özünden gelen ilim) olduğu cihetle (yönüyle) cümlesinin fevkındedir (hepsinin üstündedir) . Hükemâ (filozoflar) , mesâlik-i felsefiyyelerinin (meslekleri felsefeci olanların) ba’zı mesâilinde (meselelerinde) hakayıka (hakikatlere) temâs ettiklerinden, ba’zı kûteh-bînân (kısa görüşlü kimseler) , ilm-i tasavvufun bunlardan me’hûz (çıkarılmış) olduğunu zannederler ise de, bunun böyle olmadığı meydandadır. Zîrâ Evliyâ, ilhâm ve firâsetlerinin sıhhatine (doğruluğuna) iki şâhid-i âdil şehâdet (iki adil şahit şahitlik)  etmedikçe, onlara kıymet vermezler. O iki şâhid-i âdilden (o iki adil şahitten) biri “Kur’ân” diğeri de “ahâdîs-i Nebeviyye’dir. (Peygamberimizin hadisleri, sözleridir)

Binâenaleyh (nitekim), ilm-i tasavvuf (tasavvuf ilmi) lübb-i Kur’ân (Kur’anın özü) ve ahâdîs-i şerîfe olup, aslâ mesâlik-i felsefiyye (felsefe mesleği) ile alâkadâr değildir.

Tevfîkat-ı ilâhiyyeden istiâne (Allah’tan yardım dileyerek) ve a’ref-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin füyûzât-ı seniyyelerinden (yüksek yüce feyzlerinden) istimdâd (yardım meded dileyerek) ve onların verese-i kümmelîni (varisleri olan kâmilleri) ve husûsiyle hâtem-i Evliyâ Şehy-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî ve şemsü’l-hakîka cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazarâtının ebvâb-ı keremlerinden tese’ül olunarak (dilenerek) şerhine şurû’ olunan (başlanan) bu Fusûsu’l-Hikem  dahi serâpâ (baştan başa) ilm-i ledünnî (Allah’ın ilmi, özden gelen ilim) ve lübb-i Kur’ân (Kur’anın özü) ve ahâdîs-i Nebevviyyedir (Hazreti Muhammet (s.a.v) hadisleridir) . “Vesbir nefseke meallezîne yedûne Rabbehüm bilğadâti velaşiyyi yüridüne vechehü velâ ta’dü aynâke anhüm türidu zinetel hayâtiddünyâ velâ tutığ men a’felna kalbehü an zikrina vettebea hevâhü ve kâne emruhu fürüta”  (Kehf, 18/28) Ya’nî “vech-i bâkîsini murâd ederek, gece ve gündüz Rab’lerini zikr eden tâife ile berâber nefsini habs (hapset) ve tesbît et (sağlamlaştır) ! Ya’nî onların sohbetleri ile imrâr-ı  evkat  eyle (vakitlerini geçir) !  Ve kalbini bizim zikrimizden iğfâl edip (yanıltıp gaflete düşürüp) hevâsına tâbi’ (heveslerine arzularına uyan) ve emr-i nefsânîde müfrit (nefsinin emirlerine uymakta aşırıya kaçmış  ileri gitmiş) olan kimseye itâat etme, ya’nî ona musâhib (sohbetlerinde arkadaş) olma!” /

MESNEVÎ:

“Deme dergâh-ı şehe bizlere ruhsat yoktur.
İş kerîmân ile oldukda suûbet kalkar”.

Hitam-ı istinsâh târihi: 3 Zilhicce 1346 / 22 Mayıs 1928

Şehy Alî Fakîrî Efendi merhûmun iş bu mukaddimeyi ba’de’l-mütâlaa yazdıkları ebyâtdır:

/ Orhan Şemseddin Bey merhûmun ba’de’l-mütâlaa yazdıkları ebyât-ı  95  sâniha:

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmv
einsan.com

27
.06.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail