undan 700 yıl önce Oğuz Türklerinin Kayı boyundan Osman Bey adında bir yiğit Söyüt yaylasında bir fidan dikti. Bu bir çınar fidanı idi. Orhan Bey, Murat Hüdavendigar, Yıldırım Bayazıt, Fatih, Yavuz ve Kanunî gibi büyük hakanların sulaması ve bakımı ile bu çınar büyüdü, dal budak saldı, şarkı ve garbı himayesine alan, gölgesi Adriyatik'ten Çin seddine uzanan  ulu bir çınar haline geldi. Bu çınarın gölgesinde bulunan geniş bir coğrafyaya şekil verilmeye çalışılır ve bütün âleme nizam vermekten söz edilir olmuştu.

Ancak ulaşılan bu kemâl çok sürmedi ve XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uğranılan yenilgiler sonucu Avusturya, Lehistan, Venedik ve Rusya ile imzalanan Karlofça antlaşması  çınarın yapraklarında sararma, dallarında kurumaların başladığının habercisi olmuştu. Artık ulu çınarın ihtişamı eskisi gibi hissedilmemeye, gölgesi kısa düşmeye başlamıştı.

Durumun farkına varan ileri görüşlü, bilge kişiler bünyede bir rahatsızlık olduğunu dile getirmeye, gidişatın iyi olmadığını haykırmaya başlamışlardı. Durumun vahametini nizamın bozulduğu, usûle riayetsizliğin başgösterdiği, geleneğin terkedildiği, mevki ve makamların ehliyetsiz kişilere dağıtıldığı ve eğitim düzeyinin düştüğü şeklinde seslendiriyorlardı[1].

Kendi tarihini tek başına yazan ve parlak mazinin gururuyla kendi içine çekilmiş olan Osmanlı, başlangıçta batılılaşmayı hiç düşünmemişti. Çünkü o, hastalığın iç sebeplere dayandığını ve geçici olduğunu düşünüyor, nedenlerinin şeklî ve çoğunlukla da askeri alanla sınırlı olduğunu kabul ediyor, tedbirleri de buna göre alıyordu. Dış dünya ile kültürel ve ekonomik temaslarının azlığı nedeniyle oralarda olup biten gelişmelerden habersizdi.

Osmanlı'da "ıslahat" düşüncesi bu iç tedbirler çerçevesinde gündeme gelmiştir. İlk ıslahatlar Genç Osman, IV. Murat ve Köprülü ailesinden gelen vezirler tarafından uygulamaya konulmuştur. Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'nın Balkanlara inen düşmanlara karşı, bura halkının gönlünü almaya yönelik tedbirlerinde görüldüğü gibi[2] bu dönemin ıslahatları, Batı'nın taklidi düşüncesinden uzak, imparatorluğun meselelerine, tamamen kendi iç dinamikleriyle çözümler bulma düşüncesi taşımaktaydı. Tedbirler sıralanıyor ve "kanun-i kadîm"e  dönülmesi şeklinde özetleniyordu.

Osmanlı'da, Tanzimat öncesi ilk sistematik ıslahatların Lâle devrinde yapılmaya başlandığı görülmektedir. XVIII. yüzyılın ilk yarısını içine alan Lâle devri, Osmanlı aristokrasisinin yaşam felsefesini değiştirmiş, onları Sadabad ve Göksu gibi mesire yerlerinde tabiatla buluşturmuştur. Dönemin populer şairi Nedim bu felsefeyi: "Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan." mısraı ile dilegetirmektedir. Lâle devrinin, zevke düşkünlüğü ve sanata yönelmeyi teşvik eden bu tutumu, rönasansın bir yansıması mıdır? Bu konuda kesin bir şey söyleyemiyoruz, ancak artık Osmanlı'nın Avrupalı komşularında olup bitenlerden haberdar olmaya başladığını görüyoruz. Nitekim Lâle devrinin simge isimlerinden olan Damad İbrahim Paşa Parise elçi olarak gönderdiği Yirmisekiz Çelebi Mehmed'e verdiği talimatta: "Fransa'nın ilim ve medeniyette ilerlemesine neden olan hususların tespit edilerek tatbiki mümkün olanlarının rapor edilmesini" istemiş[3], o da görevini bitirdiğinde, Garb'a açılan bir pencere mahiyetindeki Sefaretname'sini yazmış olarak  İstanbul'a dönmüştür. Ayrıca bu dönemde Avrupa'dan gelen bazı edip, bilgin ve ressamlar aracılığıyla bu ülkeler tanınmaya çalışılmış, oluşturulan "Tercüme Kurulu" vasıtasıyla Batı'nın önemli eserleri Türkçe'ye çevrilmiştir. Ancak Patrona Halil isyanı Lâle devrine son vermiş (1730), bunun sonucu olarak da söz konusu girişim ve temaslar durmuştur.

Lâle devrinin ardından I. Mahmud, III. Mustafa ve I. Abdülhamid devirlerinde "Avrupa kaidesi" çerçevesinde hareket etme düşüncesiyle Batı'nın askeri usûllerinin uygulanmasına ağırlık verilmiş, bilhassa Fransa'nın öncülüğünde askeri alanda ıslahatlar yapmak üzere De Bonneval, Baron de Tott gibi uzmanlar getirtilmiştir. Ancak söz konusu çalışmalar da, bu faaliyetlerin öncüsü olan Halil Hamid Paşa'nın azli ile son bulmuştur.

Ünlü Fransız ihtilalinin olduğu yıl olan 1789'da tahta geçen  III. Selim, bir taraftan  Avrupa'nın gidişatından haberdar olmak ve Osmanlı'nın işine yarayacak hususları tespit etmek üzere Paris, Londra, Berlin ve Viyana gibi merkezlere elçiler gönderir ve Fransa ile doğrudan temas kurup, kralla görüşmek üzere İshak Bey'i Paris'e yollayıp orada "her nevi ilim ve fenni öğrenmesi" talimatını verirken, öte yandan Viyana büyükelçisi Ebu Bekir Ratib Efendi'ye rapor hazırlatmıştır. Ratib Efendi söz konusu raporunda "Frenklerin harp fennine dair kitapların tercüme edilmesini ve Avrupa'dan uzmanlar getirtilerek askerlerimizin eğitilymesini" önermiştir [4].

III. Selim dışarıda bu yenilik hazırlıklarını yaparken, içeride de devlet adamlarına görüşlerini sormuş, layihalar hazırlatmıştır. Bu layihalarda da ordunun yenilenmesi ve kanun-i kadime dönülmesi önerileri ortak görüş  olarak yer almıştır. Bu yenileşme önerilerini benimseyen padişah, Fransa'dan askeri uzmanlar istiyor ve "Nizam-ı Cedîd" devrini başlatıyor. Bu dönemin yenileşme hareketleri askeri saha ile sınırlı gibi görünmekle beraber "Nizam-ı Cedîd" isminden de anlaşılacağı üzere yapılmak istenen daha kapsamlı bir yenileşmedir. Ancak bu teşebbüsler de Kabakçı Mustafa isyanı sonucu III. Selim'in tahttan indirilmesi (1807) ile son bulmuş ve Nizam-ı Cedîd teşebbüsleri sona ermiştir. 

         III. Selim'in yerine tahta çıkan IV. Mustafa'nın hükümdarlığı da uzun sürmemiş, Balkanlardaki ordunun başında bulunan Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a gelerek IV. Mustafa'yı tahtan indirip yerine II. Mahmud'u çıkarmasıyla ıslahat hareketlerine kaldığı yerden devam edilmiştir. II. Mahmud, devlette askerî, idarî, kültürel, maarif ve iktisadî sahalardaki yenilikleri ile öne çıkmıştır. Vak'a-i Hayriyye diye anılan yeniçeri ocağının kaldırılması (1826) ve yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye isimli talimli bir ordu kurulması, ilk öğretimin zorunlu hale getirilmesi, Harbiye ve Tıbbiyenin tesisi, Avrupa ülkelerine tahsil için öğrenci gönderilmesi ve bazı kitapların tercüme ettirilmesi onun zamanında yapılan yenilik hareketlerinden bazılarıdır. II. Mahmud'a kadar Osmanlı'daki yenilikler hep Fransa kaynaklı idi. Ancak Yunan isyanında rol oynamaları sebebiyle II. Mahmud, Fransızlar yerine Almanlara yönelmiş, ıslahat yapmak üzere Almanya'dan uzmanlar getirtmiştir.

Tanzimat öncesinin ıslahatçıları, Osmanlı'nın problemlerinin, uygulamadaki aksaklıklardan kaynaklandığını, kısmî ıslahat ve yenileşmelerle durumun düzeltilebilceğini düşünmüşlerdi. Yaptıkları düzeltmeleri "ıslahat" ve "cedîd" terimleri ile ifade ediyorlardı. Tanzimat[5] aydınları ise problemin kısmî değil topyekun olduğunun farkına varmıştır. "Tanzimât", adından da anlaşılacağı üzere birçok alanda düzenleme yapmayı öngören bir harekettir. Tanzimat, II. Mahmud döneminde İngiltere büyükelçisi olan ve I. Abdülmecid'in tahta geçmesi ile vezarete getirilen Mustafa Reşid Paşa'nın hazırlayıp ilan ettiği Tanzimat-ı Hayriyye Fermanı ile başlayan (1839), Islahat Fermanı (1856) ile geliştirilen ve meşrutiyetin ilanına kadar devam eden bir süreçtir. Bu harekete Âlî ve Fuad Paşa gibi dönemin devlet adamları ve Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Âgah Efendi gibi aydınları destek olmuşlardır. Ayrıca Genç Osmanlılar ve ilk dönem Jöntükleri onu savunmuşlardır.

Tanzimat aydın ve devlet adamları kendi dışlarında batıda bir medeniyetin oluştuğunu, Osmanlı'da bunun siyasî ve askerî etkileri yanında kültürel ve ekonomik tesirlerinin de hissedilmeye başlandığını görüyorlar, medeniyet olarak doğulu, hatta onun temsilcisi olan Osmanlı'nın Batı karşısında uğradığı zaafı hazmedemiyorlar, Doğudan vazgeçmeden Batı'daki güzellikleri almanın yollarını arıyorlar ve  üzerinde yaşadıkları coğrafyanın kendilerine verdiği role uygun olarak bir sentezin yapılması gerektiğini savunuyorlardı. Tanzimatçılar, Osmanlı'yı oluşturan değerleri muhafaza ederek devleti yeniden canlandırmayı amaç edinmişler, Âlî Paşa'nın teşvikleri ile Ali Suavi, Ahmet Cevdet Paşa ve Ömer Hilmi gibi aydınların öncülüğünde İslâm klasiklerinin tercümesine başlanmıştı. Onlar, kendilerine "Bu devlet nasıl kurtulur?" ve "Doğu ile Batı'nın sentezi nasıl yapılabilir?" sorularını sorup cevap aramışlardı. Her ne kadar "Eğer Avrupa'yı taklitte acele etmezsek, Asya'ya çekilmeye mecbur kalacağız"[6] diyerek uygulamalarda acele edilmesini isteyen Halil Paşa gibi bazı idareciler bulunmakta idiyse de, çoğunluk olarak Tanzimat idareci ve aydınları aceleci davranmamayı, radikal çıkışlardan sakınmayı tercih ediyorlardı. Onlar, hilafet ve saltanata bağlı kalmayı ve Osmanlı'yı oluşturan unsurları bir arada tutmayı (ittihad) hedefleyen, doğu ile batıyı birleştirici (te'lifçi), eğitim kurumları ve mahkemelerde görüldüğü gibi eski müesseselere dokunmadan yenilerini oluşturan (dualist) ve fırsatları değerlendiren bir tarzı benimsemişlerdi. Padişah otoritesi üzerine kurulmuş olan devleti,  sistemi kökten değiştirmeden, bazı idari değişiklik ve nizamlarla yeni bir şekle sokmak, hukukî teminatlara kavuşturmak istiyorlardı. Bunun için halka yeni  hedefler göstermek ve motivasyonu sağlayıcı bir ideoloji kazandırmak gerekiyordu. Tanzimatın öngördüğü siyasî hedef  "Osmanlıcık", ideoloji ise "içtihad", "hürriyet", "tecdid", "terakki" ve "uzlaşma" anlayışına dayanan bir dindarlık olmuştur. 

Tanzimatçılar, dış düşmanlara karşı osmanlı ruhunu canlı tutarak ayakta durulabileceğini savunuyorlardı. Ancak Balkanlarda bulunan Sırp, Bulgar, Yunan v.b. gayr-i müslim tebeanın bu ruhu paylaşmamaları ve isyanlara devam etmeleri bir taraftan Tanzimat'ın omurgasını oluşturan Osmanlıcılığı zayıflatırken, bir taraftan da asabiyet duygularını körüklemiştir. 

23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasî'nin ilanı ile Osmanlı'da yeni bir döneme girilmiştir. Bu meşrûtî yönetim dönemidir. Ahmet Cevdet Paşa'nın öncülüğünde hazırlanan Kanun-i Esasî kabul edilmiş ve bu anayasanın öngördüğü 130 milletvekilinden oluşan meclis teşkil edilmiştir, fakat ömrü uzun sürmemiş, altı aylık bir çalışmadan sonra faaliyetleri II. Meşrutiyetin ilanına kadar tehir edilmiştir. II. Meşrutiyet ise 10 Temmuz 1324/ 24 Temmuz 1908'de Kanun-i Esasî'nin yürürlüğe konulmasıyla açılmıştır. Zamanın basını bu olayı "hürriyetin ilanı" olarak takdim etmiştir. Kanun-i Esasî'de yapılan değişikliklerle partilerin çalışmasına imkan tanınmış, bunun üzerine İttihad ve Terakki Cemiyeti  partiye dönüşmüş ve devlet yönetiminde en etkili güç haline gelmiştir[7]. Ancak duurum, iktidara geldikleri takdirde ıslahatların yapılacağını, bozgunların duracağını ve devletin kurtulacağını iddia eden İttihatçıların söyledikleri gibi olmamıştır. Ne bozgunlar durmuş, ne ıslahatlar yapılabilmiş, ne de devlet kurtulmuştur.

Tanzimattan beri kendilerine çok olumlu yaklaşılan gayr-i müslimler, bu iyi niyete karşılık vermemişler, aksine isyanlara devam etmişlerdi. Artık Osmanlıcılığın yürümeyeceğini anlıyan aydınlar, bu düşüncenin karşısına geçtiler. Bunların başında Yusuf Akçura gelir. O, Üç Tarz-ı Siyaset (İstanbul 1327) adlı eserinde devleti kurtarmak için üç siyasi yol önerildiğini kaydederek, bunları Osmanlıcık, İslamcılık ve Türkçülük olarak sıralamış, bunda  ve "Osmanlı Saltanatı Müessesatı Tarihine Dair Bir Deneme" (Bilgi Mecmuası, İstanbul 1913) başlıklı makalesinde "Osmanlı milleti" oluşturma gayretlerinin neticesiz kalmaya mahkum bir teşebbüs olduğunu savunmuştur. İlk zamanlar Ali Kemal ve Ahmet Ferid gibi yakın arkadaşları dahi kendisine karşı çıkmış ise de daha sonra ona hak vermişler, İttihad Terakki mensupları da onun görüşlerine katılarak 1911'deki kongrede Osmanlıcılığı terk ederek İslamcılık ve Türkçülüğü benimsemişlerdir. Ayrıca bu tarihten itibaren Batılılaşma siyaset tarzları içine girmiş ve Balkan harbinden sonra da  İttihad Terakki Partisinin âdeta programı haline gelmiştir.

II. Meşrutiyetten sonra İttihad ve Terakki Partisi iktidara geçince,  II. Abdülhamid karşıtları, Jöntürkler içinde toplanmaya başlamıştır. Hareketin içinde Ahmet Rıza'nın öncülüğünü yaptığı pozitivistlerden, Prens Sabahattin'in öncüsü olduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti yanlısı liberallere kadar birçok akım yer almıştır. Siyasi planda ise Teşebbüs-i Şahsî, Ahrar, Ahali, Osmanlı Demokrat partilerinin oluşturduğu Hürriyet ve İtilaf cephesi  bulunmaktaydı.

II. Meşrutiyetin en güçlü siyasi hareketi İslamcılıktır[8]. Bu hareketin öncüleri içinde Said Halim Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Babanzade Ahmet Naim, Mehmet Akif, Süleyman Nazif gibi ünlü isimler bulunmakta olup Beyanü'l-Hak, Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad ve Mihrab gibi dergileri çıkarmışlardır.

Diğerleri gibi, İslamcılar da Osmanlı'da işlerin iyi gitmediğini ve  Batı ile aramızda bir mesafenin oluştuğunu kabul etmekte, bunun için Batının bilim ve teknolojisinin alınmasını savunmaktaydılar. Adı geçen dergiler tarandığı takdirde, bu yayın organlarında teceddüd, terakki, garpçılık, şarkçılık, ibda, taklid, içtihad gibi konuların çokça ele alındığı görülür. Ancak onlar bu kavramlara batıcıların farklı anlamlar yüklüyorlardı. İslamcılar, doğu ve batı medeniyetlerinin ayrı ayrı şeyler olduklarını söylüyor, Batının doğu üzerindeki istilacı emellerine dikkat çekiyor, batıcıların terakki ile Frenkleşmeyi birbirine karıştırdıklarını söylüyorlardı. İslam birliğini, medreselerin ıslahını, İslam'ın esaslarına ve sosyal yapımıza uygun yasaların çıkarılmasını, taklidin terk edilmesini, içtihad kapısının açılarak bir İslam rönesansının yapılmasını savunuyorlardı.

Meşrutiyet dönemine damgasını vuran İslamcılık hareketi, en büyük darbeyi Balkan Savaşı'ndan sonra yemiştir. Zira bu tarihte bir taraftan Balkanlardaki Arnavut ve diğer bazı müslüman unsurların isyanı, bir taraftan Arapların İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yaparak Osmanlı ordularını arkadan vurması, İslam birliği projesini boşa çıkarmıştır. Anadoluya cepheden ölüm haberleri geldikçe, halk arasında artık müslüman milletlerin de bir arada tutulamayacağı kanaati yerleşmeye başlamış ve bazı aydınlar bu defa Türk soyundan gelen unsurların bir araya getirilmesi tezini daha yüksek sesle savunmaya başlamışlardır.

Türkçülük hareketini[9], siyasi planda İttihad Terakki Partisinin ileri gelenlerinden Enver, Talat ve Cemal Paşalar; fikri planda ise Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ferid, Necib Asım, Şemseddin Sami, Halim Sabit, Veled Çelebi, Hasan Tahsin, ve Zeki Velidi Togan gibi aydınlar savunmuşlardır. Bunlar Türk Yurdu, Genç Kalemler, Yeni Mecmua ve İslam gibi dergilerde yazdıkları yazılarda Osmanlının kozmopolit yapısında Türk millî kimliğinin köreldiğini, Türk dilinin, harsının, tarihinin, töresinin işlenmediğini ve dolayısıyla Türk milletinin millî değerlerinin ortaya konulamadığını dile getirmişler ve Tanzimatın öngördüğü Osmanlıcılığa karşı çıkmışlardır. Türkçüler batılılaşma konusunda da medeniyet ile harsı ayırarak, Batıdan medeniyetin alınabileceğini ancak harsın millî olduğunu savunmuşlardır. Türkçüler, Batının bilim ve teknolojisini alıp kültür ve ahlâkını  reddetme konusunda İslamcılarla birleşirken, dış politikada İslam birliği siyaseti yerine pantürkizmi savunarak onlardan ayrılmaktadırlar.     

Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset'te, Tanzimattan itibaren kuvvet kazanmak ve terakkiyi sağlamak için Osmanlıcık, İslamcılık ve Türkçülük yollarının önerildiğini, Osmanlıcık ve İslamcılığın çıkar yol olmadığını kaydettikten sonra devleti kurtarmak için tek çarenin milliyetçilik olduğunu savunmaktadır. Ziya Gökalp ise Garplılaşmak, İslamlaşmak ve Türkleşmek şeklinde üç yoldan söz ederek üçüncüsünü çıkar yol olarak göstermektedir.

Türkçülük hareketi, çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı'da endişe ile karşılanmıştır. Bu harekete hem dış kamuoyu hem de içerideki bazı aydınlar tepki göstermiştir. Bunlar içinde Ali Kemal ve Ahmet Ferid gibi ideolojik olarak Türkçü oldukları  halde siyaseten Osmanlıcılığın savunulmasının doğru olduğunu düşünen Türkçü aydınlar da bulunmaktadır. Bu tarz endişeleri metin içinde verdiğimiz "Teceddüd-i Hayat" başlıklı makalede de görmek mümkündür. Türkçülük hareketi de en büyük yarayı Enver Paşa'nın hayalci uygulamaları ile almıştır.

Osmanlı'da sona doğru yaklaşırken, kurtuluş için öne sürülen bütün reçeteler bir bir tükenmiş ve önlerinde denenmeyen tek tez olarak Batıcılık kalmıştı. Zaten Tanzimattan itibaren bütün tezlerde birlik (ittihad) ve yenileşme (teceddüd-terakki) düşünceleri ortak anafikir olarak yer almakta ve hepsi belli dozlarda batılılaşmayı öngörmekteydiler. Bazı aydınlar, 1911 yılından itibaren terakkinin, ancak Batı ile bütünleşme veya toptan batılılaşma ile mümkün olabileceğini savunmaya başlamışlar ve bunlara "Garpçı" denilmiştir.

Garplılaşma[10] ilk olarak Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı, Ahmet Rıza, Beşir Fuad, Ahmet Ağaoğlu gibi aydınlar tarafından savunulmuştur. Bunlar, Mehtap ve İçtihad gibi dergilerde yazdıkları yazılarda Batı medeniyetinin bir bütün olduğunu, bilim ve tekniği yanında hukuk, ahlak, gelenek, hatta adab-ı muaşeretiyle toptan alınması gerektiğini savunuyorlardı. İçtihad'da H. S. rumuzuyla "Terakki Yolları ve Çareleri" başlığıyla yazılan seri yazıların birinde Macarlar ile Türkler mukayese edilerek, her ikisi de Ortaasya'dan göç etmesine rağmen, Macarlar Batı medeniyetini tümüyle kabullendikleri için kalkındıkları, Türklerin ise bu medeniyetten uzak kaldıkları için medenileşemediği iddia edilmektedir[11]. Ahmet Ağaoğlu ise Üç Medeniyet'te (İstanbul 1927) insanlık tarihi boyunca İslam, Hint ve Batı medeniyeti olmak üzere üç tecrübenin yaşandığını, bunlardan ilk ikisinin mağlup olduğunu, Batı medeniyetinin ise bütün yaşayış, düşünüş ve duyuş tarzlarında üstünlüğünü ilan ettiğini, onu parça parça değil, bütünüyle almak gerektiğini ileri sürmüştür. Kılıçzade 1912 yılında 18 maddelik bir batılılaşma programı hazırlayarak İçtihad'da yayınladı. Abdullah Cevdet ise Resimli Adab-ı Muaşeret Rehberi isimli kitabını kaleme alarak günlük yaşamda Batılı gibi yaşamanın yollarını göstermeye çalışmıştır. 

Batıcılar ençok din konusundaki fikirleri dolayısıyla tenkit edilmişlerdir. Onların deist bir tanrı inancına sahip oldukları, pozitivizmi benimsedikleri, dinin bir gaye değil vasıta olduğunu söyleyerek yeni bir yoruma tutulmasını (reforme edilmesini) savundukları ve dünyevî hükümlerde dinin öngörülerine göre değil akıl, tecrübe ve ihtiyaçlara göre hareket edilmesi gerektiğini savundukları ileri sürülmüştür. Kılıçzade Hakkı İ'tikadat-ı Batılaya İlan-ı Harb isimle eserinde bu konulardaki inançlarını şöyle hülasa etmektedir: Allah vardır ve birdir. Bütün güç ve irade onundur. Koyduğu değişmeyen kanunlarla, ezelden ebede, maddî ve manevi bütün varlıkları idare etmektedir. O, yeniden hiçbir şey yaratmadığı gibi, yeni bir kanun da koymaz. İradesi ezeli kanunlarına tabidir. Ezeli kanunlarını bir defa için bile bozacak kadar sebatsız ve prensipsiz değildir. Allah, insanlara verdiği akıl ile, onlara büyük işler yapma gücünü ihsan etmiş ve onları serbest bırakmıştır. İnsanları irşad için, yine kendi içlerinden peygamberler, dahiler yaratmıştır. Bu büyük insanlar, diğer hemcinslerine doğru yollar göstermişlerdir. Allah'ın sünnetleri, kanunlarıdır. Bunların birçoğu ilim ve fen tarafından tefsir ve keşfedilmiştir.

Peygamberimizi insanların en akıllısı ve bu mahiyetle de en faziletlisi biliriz. Onun en büyük mucizesi aklı ve kitabıdır. Başka mucize aramayız. Halkı da bu şekilde düşündürmek için onları çokça okutmak taraftarıyız. İlahî ezelî kanunlara aykırı olarak vuku bulduğu iddia olunan bütün mucizeler nazarımızda koftur, gayr-i vakidir. Güneş sistemindeki düzen ve çekimi bozacak bir meteorolojik olay meydana gelinceye kadar gezegenler ve uydular eksenlerinde seyredip dönmeye devam edeceklerdir. Gezegenleri parçalayacak dahilî veya haricî bir sebep bulunmadıkça hiçbiri kendi kendine yarılıp parçalanmaz ve parçalanmayacaktır. Bilimin aleyhinde ortaya konacak bütün iddialara safsata nazarıyla bakarız. Meleklere inanırız fakat esas mahiyetlerini tayin edemediğimiz için softaların bu husustaki nitelendirmelerini birer acaip heykel gibi telakki ederiz. Kur'an, hakikatte her şeyi içermektedir. Bu gerçekten, fennin halledemedikleri hakkında mütalaa beyan ederek naşinaslık etmeyiz. Dinin birinci esası olan Allah inancı dışındaki bütün hükümlerinin zaman ve mekâna göre değişebileceğini kabul ederiz. İçtihad kapısının yeniden açılmasına ve eski içtihadların günümüzde uygulanmasının mümkün olmadığına inanırız. Ebu Hanife, Şafii, Maliki ve Hanbeli hareketlerini çok büyük kişiler olarak tanırız fakat onların yerini tutacak, hatta geçecek alimlerin yetişeceği kanaatindeyiz. Kâinata hakim olma istidadını göstermek için, kendimizi  bugünkü medeniyetin bütün vasıtaları ile donatmak isteriz. Günümüz medeni milletlerini bu şekilde kılan sebepler ne ise onları aynen kabul edip memleketimizde uygulamaya çalışırız. Kurtuluşumuz için başka çare yoktur. Günümüzün medeniyeti, Batı medeniyetidir. Ahlak, millî ve dinî geleneklerimiz dışında her şeyi Garptan almaya mecburuz[12]. 

Abdullah Cevdet ise İçtihad dergisinde "İçtihad'ın Müdîr Fikirleri" başlığıyla yayınladığı biildiride din konusunda şu görüşlere yer veriyordu: Dinlerin amacı insanlar rasında barış, kardeşlik ve sevgi duygularını (şîme) güçlendirmektir. Gayesi, insanlar arasında böyle bir olumlu rol oynamak olduğu halde, şiddet ve düşmanlıkları körükleyen dinlere uymaktan ise onları terk etmek daha doğrudur (md. 10). Kâinatı, ruhları ve cisimleri aklına estiği gibi sevk ve idare eden bir yüce zat (tanrı), bir zorba varlık kabul etmek, büyük bir safdillik göstermekle kalmaz, aynı zamanda onarılması imkansız bir mantıksızlığa sürükleyerek beşer ruhunun üzüntü verici bir şekilde küçülmesi sonucunu da doğurur (md.15)[13].

Batıcılar arasında ilk çatlak Balkan harbinden sonra ortaya çıkmış ve  batılılaşmanın mahiyet ve sınırları tartışılmaya başlanmıştır. Celal Nuri bu harpten sonra kaleme aldığı "Şîme-i husumet" başlıklı yazısında Türklere bu kadar düşmanca davranan butılılara duyduğu kin ve husumeti dile getirmiş ve batılılaşma ile Avrupa'nın bilim, teknik ve sanatının alındığı kısmî bir batılılaşmadan yana olduğunu ifade etmiştir. Buna karşı Abdullah Cevdet karşı yazısı "Şîme-i Muhabbbet"te, gülü dikeniyle beraber almak ve her şeye rağmen radikal Batıcılığa devam edilmesi  gerektiğini savunmuştur. Bunun üzerine Celal Nuri ile Abdullah Cevdet'in yolları ayrılmıştır. Abdullah Cevdet, İngiliz Muhibler Cemiyetine üye olacak, Amerikan mandasını savunacak ve Türk kanına Batılı kanı aşılanmasını isteyecek kadar müfrit batıcılığını devam ettirmiştir. Bu çizgi Beşir Fuad, Rıza Tevfik, Baha Tevfik gibi biyolojik materyalizmi ve pozitivizmi savunan batıcıların tercüme ve yayınları ile devam etmiştir. Celal Nuri ise Hür Fikir dergisinde radikal batıcılığın, Batının uydusu olmak demek olduğunu, sınırlı bir batıcılın söz konusu olması ve geleneksel değerlerimizi de ihmal etmememiz gerektiğini savunmuştur.

Başa dönecek olursak, Genç Osman döneminden itibaren başlayan hasta çınarı yaşatma gayretleri 1920'lere gelindiğinde son buluyor, bu yoğun tartışmalar arasında görkemini kaybeden yaşlı çınar yıkılıyordu. Bunun yerine Türkçülerin milliyetçilik tezleri ile Batıcıların asrîlik görüşlerinin sentezi üzerine Cumhuriyet kuruluyordu. Peyami Safa, Cumhuriyet ile Türkçüler ve Batıcıların hedeflerine ulaştıklarını, Türk Yurdu ve İçtihad dergilerinin misyonlarını tamamladıklarını fakat İslamcıların savundukları fikirlerin rafa kaldırıldığını, bu nedenle Sebilürreşad'ın varlığını sürdürme hakkı olduğunu savunurken, ona cevap veren Abdullah Cevdet misyonun  henüz tamamlanmadığını kaydetmektedir[14]. Cumhuriyet döneminde de bu mücadele durmamıştır. Şevket Süreyya Aydemir'in öncülüğünde "kadro hareketi", Hasan Ali Yücel'in öncülüğünde "hümanizma" faaliyeti, Necip Fazıl'ın liderliğinde "Büyük Doğu" ve Nihal Atsız'ın öncülüğünde "Türkçülük" hareketleri devam etmiştir. Bu tezlerin her birinin toplumsal talepleri karşılayan doğru tezleri bulunmaktadır ancak hiçbiri diğerlerini dışlayarak tek başına kurtarıcı reçete olma özelliğine sahip değildir. Şu halde önümüzdeki temel problem doğu ile batının sentezini yapma, değişik siyaset tarzlarının sahih taraflarını alma, paylaşma ve bir arada yaşama problemidir. Kendi geçmişimizle kavga bize bir şey kazandırmayacağı gibi, çağın imkan ve vasıtalarına karşı çıkma da bize bir şey kazandırmaz. Şu halde biz, nasıl coğrafî olarak doğu ile batının ortasında, Asya ve Avrupa'nın topraklarında yaşamaya mecbur isek, kültürel olarak da iki medeniyeti birlikte yaşamaya mecburuz. Batı medeniyetinin evrensel değerleri ile Doğunun yerel, kültürel, geleneksel, dinî ve ahlakî değerlerini bir arada yaşamaya mecburuz.

Biz, bu çalışmamızda Osmanlı aydınlarının batılılaşma serüvenini bazı örnek metinlerle ortaya koymaya çalıştık. Metinleri "Teorik Tartışmalar" ve "Batılılaşmanın Kilometre Taşları" olmak üzere iki başlık altında topladık. Teorik tartışmaları  "Şarkçılık- Garpçılık", Taklid-Terakki" ve "Teceddüd-Tekâmül"başlığı altında; Batılılaşmanın kilometre taşlarını ise "Tanzimatçılık", "Meşrutiyetçilik" ve "Cumhuriyet" başlıkları altında vermeye çalıştık. Metinleri farklı tezleri savunan müelliflerin makalelerinden oluşturmaya çalıştık. İçtihad, Sebilürreşad gibi birbirlerine karşıt yayınlar yapan dergilerin bu konulara ilişkin görüşlerini yansıtmaya çalıştık. Makaleleri kısmen sadeleştirdik, ayet ve hadislerin kaynaklarını gösterdik yer yer dipnotlar koyarak ifadenin anlaşılmasına yardımcı olmaya çalıştık.           

Bu konu, ikiyüz yıldır tartışılan bir konudur, hemen hemen her Osmanlı aydını bu konularda görüşlerini ifade etme zorunluluğu duymuş, kaynaklarda sayıları yüzlerle ifade edilecek makale yazılmıştır. Bugünkü Doğu-Batı tartışmaları da dünkü Şarkçılık-Garpçılık tartışmalarının devamı niteliğindedir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, her ikisinde de taraflar  birbirlerini anlamaya çalışmaktan daha çok itham etmeye, hatta mahkum etmeye kalkışmışlardır. Onun için de ne birbirlerini anlayabilmişler ne de anlaşabilmişlerdir. İşte bu metinlerle okuyucularımızın her iki tarafı tanıma ve anlamaları hedeflenmektedir.

Doç. Dr. İlyas ÇELEBİ
Mar. Ünv. İlahiyat Fak. Öğr. Gör.

24.01.2000
http://afyuksel.com

 


Üst Ana sayfa e-mail